Sinif Mucadelesi
Söz II 

Emperyalist gruplar ve uluslar arasında değişen güç ilişkileri 

(Bu makalenin başlangıcı geçen sayıda bulunuyor – sayı 297’ye bakınız)
Pazar 11 Şubat 2024

Ukrayna’daki savaş, Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) Rusya’ya karşı uyguladığı yaptırımlar ve bunların sonucunda üretimin sekteye uğraması, kapitalist şirketler arasındaki ve aynı zamanda da kapitalist uluslar arasındaki rekabeti ve çekişmeyi şiddetlendirdi.
NATO’nun ilan edilmiş bir düşmanı olan Rusya, NATO’nun yaptırımlarının etkilerine maruz kaldı. Rusya’nın ihracat gelirlerinin büyük bölümünü oluşturan petrol ve özellikle gaz satış kanallarının eski ya da yeni müşterilere ulaşmanın başka yollarını bulduğu göz önüne alındığında bu etkileri ölçmek oldukça zor.
Ekonomi basını, Hindistan’ın Batı’nın yaptırımlarına rağmen Rusya’dan gaz satın alarak nasıl önemli bir gaz ihracatçısı haline geldiğine dikkati çekti. Les Echos’a (Fransa’nın günlük ekonomik gazetesi) göre Hintli iş adamı Gautam Adani bu sayede dünyanın en zengin üçüncü adamı oldu.
Rusya’nın petrol ve gaz ihracatından elde ettiği geliri ne ölçüde geri kazandığı net değil. Ancak, savaşın ve yaptırım politikasının Alman ekonomisini, bu kez başta ABD olmak üzere diğer emperyalist güçlerle rekabetinde büyük ölçüde zayıflattığını biliyoruz.
Uzun bir süre boyunca Almanya’nın ekonomik başarısının ardındaki etkenlerden ilki, Rus gazına uygun koşullarda erişimi ; sonra, Alman kapitalistlerinin rakiplerine karşı üstünlük sağladığı geniş Çin pazarında güçlü bir yer edinmesi ve son olaral da Doğu Avrupa’daki geleneksel hinter-landından işgücü kullanımı oldu. Bu kazançlı bileşim, Ukrayna’daki savaş ve hepsinden önemlisi ABD yaptırımları tarafından ortadan kaldırıldı.
ABD ile Almanya arasındaki ekonomik güç dengesinde ortaya çıkan değişim, Almanya’ya Rusya kadar, hatta daha fazla zarar verdi.
24 Ağustos 2023 tarihli Le Monde (Dünya) gazetesinin tam sayfa ayırdığı haberinde
« Almanya’nın büyük ekonomik şüphesi» başlığını kullandı : « Ülke muhtemelen 2023 yılında gerileme yoluna girecek ve Almanya
üretilen malların kırılganlığını morali bozulmuş bir şekilde keşfediyor. » ifadesi yer aldı.
Yazının devamında ise 3 Ağustos 2023 tarihli, Alman haftalık dergi Die Zeit’daki meslektaşından alıntı yapıyor : « (Made in Germany, it’s over). Almanya’da imal
edilen mallar, bitti » .
Birkaç gün sonra üçüncü bir yayın organı, Die Welt de aynı şeyleri yazıyor : « Amerika’nın başarısı, Almanya’nın düşüşü, gerilemesi » anlamına geliyor.
Makalenin devamında ayrıntılara yer veriliyor : « Sanayi üretimi düştü ve inşaat sektörü yükselen faiz oranları ve yüksek hammadde maliyetleri nedeniyle serbest düşüşüne devam ediyor. Otomotiv endüstrisi ise elektrikli araçların beklenenden çok daha saldırgan rekabetiyle karşı karşıya.»
İngiliz The Economist dergisi, « Almanya Avrupa’nın hasta adamı haline gelmedi mi ? » diye soruyor.
IMF, büyüme oranları açısından Almanya’yı, büyük ekonomiler arasında, ABD, İtalya ve Fransa’nın ardından sonuncu sırada gösteriyor.
Oysa Almanya Avrupa’nın önde gelen emperyalist gücü. Ekonomisi Avrupa Birliği’nin arkasındaki itici güç ve onun modeli olarak hizmet eden bir ülke. Başka bir deyişle, Amerikan emperyalizmi ile Alman emperyalizmi arasındaki güç dengesindeki değişim, ABD ile Avrupa Birliği arasındaki güç dengesinde daha ciddi bir değişime yol açıyor. Avrupa Birliği’nin gerçek anlamda bir bütün olmadığı, bazı çıkarları komşularınınkiyle örtüşen, ancak diğerleri farklı, hatta tamamen zıt olan 27 devletten oluşan bir topluluk olduğu düşünüldüğünde, bu durum daha da ciddileşiyor. ABD ve hatta Çin karşısında Avrupa Birliği her şeyi göze almış durumda bulunuyor.
Alman sanayisinin zayıflaması kaçınılmaz olarak, çoğu eski Halk Demokrasileri olan Doğu Avrupa’daki taşeronlar için daha büyük zorluklar anlamına geliyor.
Emperyalist Almanya, yakın bir geçmişte refahının büyük bir kısmını Polonya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Slovakya gibi ve bununla birlikte Ukrayna’da bulduğu
ucuz ama vasıflı işgücüne
borçluydu.
Audi, Volkswagen, BMW, vb. gibi şirketlerin yanı sıra Doğu Avrupa’da PSA (Peugeot ) ve Renault’ya ait ya da onlar için çalışan fabrikaların varlığının da gösterdiği gibi, bu avantajdan yararlanan tek emperyalist güç kesinlikle o değildi. Ancak aynı zamanda Batılı ve Japon çok uluslu şirketlerin yatırımları da bu ülkelerde ek istihdam yarattı. Avrupa Birliği üyesi olmamasına rağmen, Ukrayna bile bu serpintiden faydalandı. Örneğin Alman sermayesi tarafından finanse edilen Polonya fabrikaları, Polonyalı işçilerden bile daha az ücret alan Ukraynalı işçileri istihdam etti.
Doğu Avrupa ülkelerinin Avrupa Birliği’ne katılmasının, emperyalist ülkeler ile Doğu Avrupa’nın daha az güçlü ya da yarı gelişmiş ülkeleri arasındaki tabiiyet, astlık üstlük ilişkisine son vermediğini unutmamak gerekiyor.
Emperyalizmler arasındaki rekabet asla durmaz ve duramaz, çünkü herhangi bir andaki güç dengesi sürekli olarak sorgulanıyor. Savaşın kaçınılmazlığı, nihayetinde, yalnızca savaşların eskisinin yerine yeni bir güç dengesi kurabileceği gerçeğinden kaynaklanıyor.
Emperyalizme karşı korunmak için « ulusal egemenliğe » güvenmek, Troçki’nin deyimiyle, « kelimenin tam anlamıyla gerici bir görev » anlamına geliyor ve o şunu da ekliyor : « Ulusal savunmayı vaaz eden bir sosyalizm, çöküş halindeki kapitalizmin hizmetindeki gerici küçük burjuvazinin sosyalizmidir ».
Troçki, 1934’te yazdığı Dördüncü Enternasyonal ve Savaş’ta şunları ileri sürüyordu : « Savaş zamanında kendini ulusal devlete bağlamamak, savaşın değil sınıf mücadelesinin haritasını izlemek, ancak barış zamanında ulusal devlete karşı zaten açıklanamaz bir savaş ilan etmiş olan bir parti için mümkündür. Proleter öncü, ancak emperyalist devletin nesnel olarak gerici rolünün tam olarak farkına
vararak kendisini her türlü sosyal-yurtseverliğe karşı bağışık hale getirebilir. Bu, ulusal savunma ideolojisi ve politikasından gerçek kopuşun ancak uluslararası proleter devrimiyle olduğu anlamına gelir. »

« Dünya ekonomisinin yavaş yavaş parçalanması üzerine »

Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ), ticaretin küresel GSYİH içindeki payı, yaklaşık on beş yıldır sabit kalmış olsa da, durumun böyle olmadığını görmek için, kendisine
« Bu, küreselleşmeden uzaklaşmanın başlangıcı mı ? » diye soruyor. Bununla birlikte bir gelişme sözkonusu : Sanayinin küresel GSYİH’daki payı azalırken hizmetlerin payı artıyor.
Her şeyin ötesinde, çatışmaların ve daha genel olarak ekonomiyle birlikte jeopolitiğin etkileşimi sözkonusu.
Açıkçası, ekonomistlerin
« değer zincirleri » olarak adlandırdıkları, çatışmalar nedeniyle anlık kesintileri göze almak değil , siyasi ve askeri açıdan bağlantılı ülkeler arasında tercihli olarak geçiş yapma eğilimi anlamına geliyor.
14 Eylül tarihli Le Monde, korumacılığın eskilerine eklenen en yeni biçimleri özetliyor : gümrük vergileri, ithalat ve ihracat kotaları. Yeni teknik standartların getirilmesinin yanı sıra, karşı tarafın aldığı korumacı önlemlere karşılık olarak çeşitli misilleme önlemleri de alınıyor. Ancak başlıca emperyalist güçler için tercih edilen korumacılık biçimi, bunu karşılayabilenler için, oldukça basit bir şekilde devlet sübvansiyonları oluyor.
ABD bunun son örneklerinden birini ortaya koyuyor : Enflasyon Azaltma Yasası (Inflation Reduction Act - IRA).
IRA, yani ABD’de fabrika açmayı kabul eden Amerikalı ya da diğer bütün kapitalist gruplara vaat edilen milyarlar, emperyalist güçler arasındaki küresel rekabeti yeniden başlatarak, eşi benzeri görülmemiş miktarlarda kamu parasını, özel teşebbüse kanalize etme etkisini neredeyse anında gösterdi.
Alman, Fransız ve İngiliz hükümetleri de bu mücadeleye katıldı. Bu sübvansiyonların çoğunun ekoloji ya da iklim değişikliğinin gerekleri adına kapitalist gruplara verildiğini nasıl fark etmeyiz ? Oysa gündelik yaşamın kendisi, art arda gelen
yangınlar ve sellerle, giderek kötüleşen ekolojik felakete tanıklık ediyor. Sübvansiyonlar, bu iddia açıkça alaycı görünse bile, « dünyayı yeşile çevirmek» olarak adlandırılıyor. Öyle ki, 16 ve 17 Haziran tarihli Les Echos’da şu ifadeler yer alıyor : « Dünya Bankası, dünyanın dört bir yanındaki hükümetler tarafından fosil yakıtlara, tarıma ve balıkçılığa verilen çevreye zararlı sübvansiyonları incelemeyi öneriyor. Banka, hükümetleri, genellikle çevreye zararlı olan fosil yakıtlara, tarıma ve balıkçılığa yapılan yardımları yeniden yönlendirmeye çağırıyor. Açık ve örtülü sübvansiyonların yılda 7 trilyon doları aştığı tahmin ediliyor ». Dünya Bankası Genel Müdürü ise bunu üstü kapalı bir şekilde ifade ediyor : « Yararsız sübvansiyonlara harcanan trilyonlarca doları yeniden kullanabilir ve daha iyi ve daha çevreci bir şekilde değerlendirebilirsek, dünyanın en acil sorunlarının çoğunun üstesinden gelebiliriz. »
Devlet ile büyük sermayenin, sermaye yararına giderek daha da artan birleşimi
Ancak çeşitli emperyalist ülkelerdeki bu çok sayıdaki korumacı girişim, bugün emperyalizmin karakteristik özelliklerinden biri gibi görünen daha genel bir eğilimi yansıtıyor. Devletler, emperyalist ekonomideki şirketlerin finansmanında giderek daha önemli bir rol oynuyor ; öyle ki bazı sanayiler, başlangıçlarında devletin katılımı olmaksızın var olamıyorlar.
Açıkçası, bu yeni bir olgu değil. Geçmişin büyük sanayi
şirketlerinin birçoğunun ilk günlerinde devlet önemli, hatta
baskıcı bir rol oynadı. Ancak bu kapitalist devletçilik giderek daha
büyük boyutlara ulaşıyor.
Yatırımların gerçekleştiril-mesinde özel sermaye bir ölçüde devlet sermayesiyle birleşiyor. Özel olarak kalan tek şey, elde edilen kârlar ve büyük miktarda da sermaye sahiplerinin servetleri olarak ortaya çıkıyor.
Bu durum, Batılı büyük burjuvazinin sözcülerinin ya da ekonomistlerinin Çin’i bir sübvansiyon yarışı başlatmakla ve kapsamlı devlet müdahalesi yoluyla uluslararası rekabeti bozmakla eleştirmelerine engel değil.
Ancak bu eleştirilerde, Marx’ın merkezileşmeyi, karşılıklı bağımlılığı, küreselleşmeyi ve planlama ihtiyacını doğuranın kapitalist ekonominin yasaları olduğu gözlemiyle bir yakınlaşma bulunuyor. Nihayetinde, kapitalizmi giderek daha asalak biçimlere ve aynı zamanda ekonominin sosyalist yeniden örgütlenmesi ihtiyacına yönelten de aynı temel ekonomik yasalar oluyor.
Bir yüzyıldan daha uzun bir süre önce Lenin, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm’de, emperyalizm döneminin büyük burjuvazisinin prototipinin, kapitalizmin yükselen aşamasının sanayi kaptanları tarafından değil, rantiyeciler, « kupon kesiciler » tarafından temsil edildiğini dile getirdi.
Küresel kapitalist ekonominin finansallaşması, sermayenin hareket etmesini daha kolay ve aynı zamanda da daha öngörülemez hale getirdi. Tıpkı bununla birlikte gelen spekülasyonu daha kolay ve daha acımasız hale getirdiği gibi. Hareket eden sermaye bunu daha karlı yatırımlar aramak için yapabileceği gibi, emlak spekülasyonu ya da döviz kuru spekülasyonu gibi spekülatif fırsatlardan yararlanmak için de yapabiliyor.
Çeşitli emperyalist güçler arasında değişen güç dengeleri bir yana, spekülasyon küresel finans sistemi için sürekli bir tehdit olarak ortaya çıkıyor.
1971 yılından beri süregelen çöküş ve krizlerden ve doların altına çevrilmesinin sona ermesinden bu yana, neredeyse her yıl meydana gelen önceki çöküşler ve mali krizlerde olduğu gibi – yoksul ülkelerin borç krizi (1982), Japon spekülatif balonu (1989), Meksika krizi (1994), Asya krizi (1997), Arjantin krizi (2001), vb. gibi ve hepsinden önemlisi 2008-2009’daki büyük kriz – bu günün çaresi, yarının hastalığının kökeninde bulunuyor. Mevcut kriz, para arzına para, menkul kıymetler vb. gibi enjekte edilerek çözülmeye çalışıldı, bu da krizi daha büyüttü, spekülasyona daha da geniş bir kapı açtı. Doları tahttan indirmek, devre dışı bırakmak mı gerekiyor?
Le Monde Diplomatique (Diplomatik Dünya) aylık gazetenin Ekim sayısında, «BRICS zirvesinden G20 zirvesine » ifadesini içeren bir başlık yer alıyor. Yayın BRICS’in (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) yarım düzine ülkeyi daha kapsayacak şekilde genişlemesinde, « gelişmekte olan ülkelerin uluslararası sistemi yeniden düzenlemek için çalışma kararlılığını » görüyor. « Bu, gezegenin yeniden dengelenmesi yolunda atılmış büyük bir adım ve bunun gibi daha pek çok adımın atılması da gerekiyor ». Bu da başka bir sorgulanmayı sürekli gündeme getiriyor: « BRICS, dolar etrafında rekabet edebilecek başka bir uluslararası para sistemi kurabilecek mi ? »
Bugün bile, uluslararası ticarette çeşitli ulusal para birimleri kullanılıyor (sterlin, İsviçre frangı, yen, yuan, vb. gibi) ve Ukrayna’daki savaş ile ABD’nin uyguladığı yaptırımlar uluslararası ticarette dolardan başka para birimlerinin kullanılmasına yol açmış olsa da, Amerikan para birimi hakimiyetini sürdürüyor. 6 Eylül tarihli Le Figaro (sağ eğilimli günlük gazete), bu yıl dört üyeden (Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin), on bire çıkan BRICS’in « dünya nüfusunun yüzde 45’ini içerdiğini ve gezegenin GSYH’sının yüzde 30’unu oluşturduğuna » dikkat çekiyor. Bumumla birlikte, makalenin başlığında « Kral dolar yakın zamanda tahtdan indirilmeyecek » ifadesi yer alıyor. Gazete « Bir rakam dolardan arınma eğilimini doğruluyor gibi görünüyor : dolar, yüzyılın başında dünya merkez bankalarının rezervlerinin yüzde 70’ini oluştururken, şimdi sadece yüzde 58’ini oluşturuyor. » diye yazıyor ve ekliyor : « Dolar, rezerv para birimi olarak zemin kaybetmiş olsa da, başka hiçbir para birimi bu zemini fethettiğini iddia edemez» çünkü onun hakimiyeti «küresel tasarruflar için rakipsiz bir sığınak olan ABD para ve tahvil piyasasının derinliğine dayanıyor». «Ayrıca dolar hala, dünya borç ödemeleri ve ticaretinin yüzde 40’ını temsil ediyor.»
Doların yerini başka bir uluslararası para biriminin alması uzun sürmeyecek. Bu nedenle şimdiden bir soru ortaya çıkıyor : Kim, farklı ve çoğu zaman çelişkili çıkarları olan bir düzine, az ya da çok gelişmiş devlet arasında hakemlik yapabilir ? Ve hepsinden önemlisi, körler krallığında tek gözlü adam kraldır. Dolar, ABD Başkanı’nın 15 Ağustos 1971’de doların artık altına çevrileme-yeceğini açıklayarak Bretton Wood uluslararası para sistemine son vermesinden bu yana, diğer tüm kağıt para birimleriyle aynı gemide yer alıyor. Tek fark, ABD’nin, kapitalizmin en istikrarsız dönemlerinde bile, sermayeyi çekmek için gereken güveni veren, emperyalizmin en güçlü ekonomik ağırlığına, askeri ve siyasi gücüne sahip olması oluyor.
Dolarla rekabet edebilecek para birimlerinin tek vaadi, döviz spekülasyonunun katlanarak artması, büyüyerek yayılması olabilir. ABD emperyalizmi ile Çin arasındaki çelişkili ilişki Amerikan emperyalizmi, Mao Zedong’un 1948-1949’da iktidara gelmesinden bu yana Çin’i gözüne kestirdi. İki ülke ekonomileri arasında yıllar içinde kurulan pek çok bağa rağmen, özellikle Tayvan konusunda askeri ve diplomatik gerilimler tırmanıyor. Öyle ki, geniş çaplı bir savaş tehdidinin, ABD’yi öncelikle Rusya ile mi yoksa Çin ile mi karşı karşıya getireceğini tahmin etmek zor.
Ancak aynı zamanda, ekonomik açıdan bakıldığında, ABD ve Çin ekonomileri iç içe geçmiş durumda ve bu ayrışma felaket olur.
Mayıs ayında Amerikan Foreign Affairs (Dışişleri) dergisinde yayınlanan bir makalenin başlığı şöyleydi : « ABD-Çin ekonomik ilişkisi değişiyor ama yok olmuyor ». Makalenin amacı Amerikan üst ve orta sınıfının endişelerini dile getirmek, ayrıca da Biden yönetiminin bu endişeleri gidermek için gösterdiği çabaları ifade etmekti. Dergi, bir ABD ulusal güvenlik danışmanından alıntı yapıyor, ABD’nin « risklerin azaltılmasından yana olduğunu, ancak iki ülke arasındaki siyasi, stratejik, ekonomik bağın ortadan kaldırılmasından yana olmadığını » belirtiyor, ayrıca « ABD ihracat kontrollerinin, askeri dengeyi değiştirebilecek teknolojilere sıkı bir şekilde odaklanmaya devam edeceği » konusunda ısrar ediyordu.
Aynı dergi, bir hafta önce ABD’nin Çin’den ayrılmak istemediğini belirten ABD Hazine Bakanı Janet Yellen’den de alıntı yapıyor. Yellen’nin bunun « felaket » olacağını ve « dünya için istikrarsızlaştırıcı » bir sonuç doğuracağını ifade ettiğini de bildiriyor.
« Çin, Kanada ve Meksika’dan sonra ABD’nin üçüncü büyük ticaret ortağı olmaya devam ediyor. »
Yani esas olarak belirli sayıda stratejik ürüne (örneğin belirli elektronik çip türleri) ilişkin tek seferlik önlemlerden bahsediliyor. Ancak Amerikan dergisi şunu da
ekliyor: «Birçok araştırmacı risk azaltmaya yönelik hedefli bir yaklaşımın başarılı olabileceğinden şüphe duyuyor » ve tahmin edilebilir bir neden sunuyor :
« Gelecekte çiplerin nerede üretileceği, hükümet politikasından çok, büyük özel alıcıların talepleri-ne bağlı olarak belirlenecek. »
Bugünkü sapkın duruma, yani dünyadaki üst düzey kaliteli çiplerin neredeyse üçte ikisinin Tayvanlı bir şirket tarafından üretilmesine yol açan da, işte bu neden, yani karar verenin özel sektör kapitalistlerinin olması.
Proletaryanın sınıf mücadelesini zafere taşımak
Savaşın genelleşmesi tehdidinin devrimci komünistlerin saflarının ötesinde elle tutulur hale geldiği günümüzde, burjuvazinin tüm partileri, savaşın sınıf mücadelesini askıya aldığı, ya da durdurduğu fikrini örtük ya da açık bir şekilde savunmak konusunda ortak davranıyor.
Propagandamızı bu fikre karşı yürütmeliyiz. Aynı ilke, savaşın hareketimizin aktif olduğu ülkeleri doğrudan etkileyecek kadar yaygınlaşması durumunda da bize yol gösterecek. Bireysel tepkileri teorize etmeyi ya da firarı savunmayı anarşistlere bırakalım.
Eğer savaşı engelleme kapasitesine sahip olunulamazsa, sınıfımız savaş için seferber olursa, militanlarımız da tüm sınıfımız gibi savaşa katılacak. Üniformalı olsak da, sadece fikirlerimizi, sınıf mücadelesi fikrini savunmakla kalmayacak, aynı zamanda diğer askerleri, yoldaşlarımızı da bu fikirlere kazanacağız. Başka türlü mümkün olmadığı sürece bireysel olarak ve gizlice buna devam edeceğiz ; devrimci yükseliş yoluyla mümkün olduğunda ise bütün birlikler halinde bunu sürdüreceğiz. Savaştan kaçmayı ve firar etmeyi reddetmeliyiz. Sadece barış talep etmekle yetinmemeliyiz, sınıf mücadelesini ordunun içine taşımalıyız. «Burjuvazinin savaşını iç savaşa dönüştürmek », işte Lenin’in ve Bolşevik Partisi’nin bu programı, işçi sınıfını iktidarın fethine götürdü.
13.10.23
Lutte de Classe (Sınıf Mücadelesi), n°236, Aralık 2023 - Ocak 2024.


Ana sayfa | İletişim | Site planı | |

Site yaşamını izle tr  Site yaşamını izle Sınıf Mücadelesi Sayı: 298 - 10 Şubat 2024  Site yaşamını izle Sınıf Mücadelesi’nin Sözü   ?