Sinif Mucadelesi
Almanya

Genel seçim ortamında Erdoğan’ın referandumu

Çarşamba 4 Ekim 2017

Bu yıl gündeme Almanya’da da seçimler damgasını vuracak. Geçtiğimiz ilkbaharda üç eyalette (Lander) yerel seçimler yapıldı ve 24 eylüldeki genel seçimler kimin başbakan (şansölye) olacağını ve kalacağını belirleyecek. Ancak hiç beklenmedik bir şekilde neredeyse bir üçüncü seçim kampanyası oluştu: Türkiye’de geçen nisanda Anayasa referandumu ile yapılan seçim kampanyası. Şimdiye kadar en fazla ilgi odağı oldu, en azından büyük kentlerdeki emekçiler arasında, sorgulamalara ve hatta bazen ateşli tartışmalara yol açtı.

Türkiye’deki referandumun Alman işçi sınıfı içerisinde açtığı yaralar

Almanya’da yaşayan Türkiyelilerin 1.4 milyonu Alman vatandaşı. Büyük çoğunlu işçilerden oluşuyor Erdoğan’ın iktidarının daha da güçlenmesini onaylayabilirler veya karşı çıkabilirlerdi. Erdoğan, seçim kapmasının sonuna doğru kazanacağının kesin olmadığını görünce, Avrupa’da yaşayan Türkiyelilere daha çok ilgi göstermeye başladı. Avrupa’da yaşayan Türkiyeliler arasındaki taraftarlarının oranı, Türkiye’ye göre daha yüksek. Çünkü Avrupa’da yaşayan bu emekçiler, Türkiye’deki ekonomik krizin aniden derinleşmesinden, enflasyondan ve 15 Temmuz 2016 askeri darbe girişiminin ardından yaygınlaşan baskılardan, Türkiye’de yaşayanlar kadar kötü etkilenmedi.

Avrupa’da yaşayan bazı Türkiyeliler için Erdoğan, son on yıl içerisinde gerçekleşen ekonomik ilerlemeyi, ücretlerin artmasını, daha çok kişinin sosyal sigorta kapsamına alınmasını ve alt yapının gelişmesini temsil ediyor. Son yıllarda Türkiye’ye tatile gittiklerinde yolların, otoyolların daha iyi olduğunu, demiryolu ve toplu taşımacılık alanlarında gelişmelerin olduğunu ve İstanbul’da yeni metro hatlarının ve istasyonları olduğunu gördüler. Yeni ve modern hastanelerin inşa edildiğini görerek artık ülkede ilerleme olduğu izlemini elde ettiler.

İşte bu nedenlerden dolayı, bazıları Erdoğan’ın, Türkiye’ye itibarını yeniden kazandırdığını sanıyor. Erdoğan’ın, ABD’ye ve Avrupa Birliği’ne kafa tutmasını ve büyük güçlere yalvarmadığını görüp bundan memnunlar. Almanya’daki Türkiye kökenli emekçiler, maruz kaldıkları aşağılanmadan ve adaletsizliklerden dolayı, Erdoğan üzerinden intikam alma hislerini biraz da olsa tatmin ediyorlar.

Türkiye’deki referandum acayip bir durum yarattı; Almanya’daki Türkler, Erdoğan’ın yetkilerini arttırılması yönünde tavır alıyor ve bu onları fazla etkilemeyecek. Öte yandan özellikle çifte vatandaşlığı olmayanlar, onlarca yıldan beri bu ülkede yaşıyor, çalışıyor, vergi ödüyor ve buna rağmen kendilerini daha çok etkileyen Almanya’daki genel seçimlere katılma haklarına sahip değiller.
Türk hükümeti, kapsamlı bir seçim kampanyası yaptı. Mart başından itibaren nerdeyse her gün bir bakan Almanya’ya gidip miting tertipledi. Sadece mart için 30 miting kararlaştırılmıştı. Türk hükümeti, öyle bir havaya girmişti ki yapılması gereken en önemli iş Almanya’ya gitmekti.

Görünen başka bir amaç da Alman hükümetini kışkırtmaktı. Bu açıkça Yücel olayında görüldü: Alman ve Türk vatandaşı olan Deniz Yücel, şubat sonunda İstanbul’da, intikama ve ırkçılığa teşvik suçlamasıyla cezaevine atıldı. Bu gazeteci, Almanya’nın en büyük günlük gazetelerinden biri olan Die Welt için çalışıyordu. Bu gazete Le Figaro gazetesi gibi tutucu. Türkiye yetkilileri, Alman yetkililerin bu gazeteci ile görüşmesine karşı çıktı ve Türk bakanlar, Alman hükümetini teröristleri desteklemekle suçladı. Yücel, Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) söz hakkı vermekle suçlanıyor. Erdoğan ve diğer bazı devlet yetkilileri, kışkırtıcı tavırlarını sürdürüp işi, Alman yöntemlerinin ve hatta Merkel’in yöntemlerinin Nazi yöntemlerine benzediğini söyledi.

Alman hükümeti, Türkiye ile göçmenlere ilişkin yaptığı anlaşmaya (ki bu iğrenç anlaşma sonucu olarak Türkiye’de kamplarda kalan ve Avrupa’ya göç etme hayalleriyle yaşayan insanlar, göç edemiyor) önem verdiği için bu olayların büyümesini istemiyor ve daha ılımlı davranıyor. Diğer yandan, Erdoğan’ın fazla ileriye gitmesine de izin verme söz konusu olamazdı. Almanya, Türk bakanların mitinglerinin tümünü yasaklama kararı almadı ama her mitingi kısa bir zaman önce, yangın riski var veya yeterli park yeri olmadığı gibi uyduruk bahanelerle yasakladı.

Almanya’nın tepkisi, Hollanda’nın tepkisine benzemiyor. Hollanda, seçim kampanyası ortamında olduğundan hükümet, aşırı sağ oylarını kendine çekebilmek için sert tepki göstererek bir kadın bakanı ülkeden kovup Erdoğan taraftarlarının üzerine polislerini ve polis köpeklerini saldırttı. Yine de Almanya’nın yasakları, Erdoğan’a istediğini elde etme olanağını sağladı. Erdoğan kendini beğenir bir şekilde; “Türkiye’ye demokrasi dersi vermek istiyorlar. İşte görüyorsunuz, kendileri konuşma özgürlüğünü çiğniyor” açıklamasını yaptı.

Türk kökenli emekçiler ve bugüne kadar referandum konusunda bir fikri olmayan bazı gençler, kendilerine şunu sormaya başladı: “Neden bizim siyasetçilerimizin söz hakkı yok? Onlar ikinci sınıf siyasetçi mi?” “Neden bizlere çocuk muamelesi yapıyorlar? Biz, bir fikir oluşturmaktan aciz değiliz!”

Alman hükümeti, Türk bakanların toplantılarını neden engellediğine ilişkin bir açıklama yapmadı veya nedenlerini söyleme gereği duymadı. Eğer Alman hükümetinin dürtüsü, iki ülkenin kitlelerinin çıkarları olsaydı, o zaman örneğin şunu açıklayabilirdi: Türkiye’de yürütülen kampanya hiç de demokratik olmadığı gibi devlet aygıtı tümüyle, medyanın da desteğiyle “evet” kampanyası yürütüyor. Buna karşın muhalifler tehdit ediliyor, susturuluyor, hatta işten atılıyor ve bazıları da cezaevlerine tıkılıyor. Bu nedenle, zaten var olan dengesizliği bu toplantılarla artırmak söz konusu olamaz.

Almanya’daki tüm partiler, CDU’dan (merkez sağ) da Die Linke (radikal diye bilinen sol), SPD (sosyal demokrat) ve Yeşiller (çevreci) partilere kadar hepsi tavırlarını şu şekilde gerekçelendirdi: Türkiye’deki seçimlerin “Almanya ile alakası yok” ve de “Türkiye’de iç çatışmalar buraya taşınmamalı”.

Almanya ile hiçbir ilgisi yok mu? Bunu söylemek, Almanya’da yaşayan ve Türkiye’de ailesi olan 3 milyondan fazla insanı hor görmektir. Çünkü bu insanlar, orada olanlarla ilgililer ve ilgileniyorlar. Aslında bu referandum, Türkiye’deki milyonlarca emekçiyi ilgilendirmiş olması nedeniyle bütün işçi sınıfını ilgilendiriyor ve onları etkiliyor. İşte bu nedenden dolayı, yaşadıkları ülke ne olursa olsun, tüm emekçileri ilgilendiriyor ve bu onların ilgi alanına alınıp tartışılmalı. Bu özellikle Almanya için çok belirgin. Çünkü neredeyse herkesin bir meslektaşı, arkadaşı veya komşusu Türk’tür. Ek olarak, bu referandumun Almanya ile alakası yok demekle “hayır”ı savunanları engellemek ve Erdoğan’ı güçlendirmek ve de dolayısıyla desteklemektir, çünkü böyle bir tavır “evet”e yarıyor.
Eğer Almanya’da emperyalizmin hizmetinde olmayan bir hükümet olsaydı, örneğin şöyle bir tutum geliştirebilirdi: Türk bakanlara miting yapma izni verilebilir ama bir şartla. “Hayır”ı savunanların tanınmış veya tanınmamış kişileri de, örneğin HDP’nin temsilcileri de aynı haklara sahip olmalı, onlar da aynı sayıda miting yapabilmeli ve bunun için de Türkiye’den çıkma iznine sahip olmalı. Elbette böyle bir şey bir siyasi kurgudan ibaret.

Eğer öyle bir hükümet olsaydı, Almanya’daki 13 seçim merkezlerinin hepsinde gözlemci bulundurup seçimin gizlilik kurallarına uyulup demokratik bir şekilde yapılmasını güvence altına alabilirdi. Çünkü Türk gizli servisleri Almanya’da, Erdoğan karşıtlarını izlediklerini belirttiler; bir de öğretmenler aracılığıyla öğrenciler ve velileri gözetleniyor. Tüm bunlar endişe yarattı. Bazı semtlerde yoğun toplumsal baskı oluşturulduğu için bazı muhalif emekçiler, görüşlerini açıkça ifade etmekten çekindi. Bazıları sandığa gitmekten korttu, çünkü seçimlerin gizli olmadığına inandılar ve “hayır” oyu kullandıkları öğrenilince Türkiye’deki yakınlarının sorun yaşayacağından korktular.

Alman yetililerinin, ülkedeki Türkler konusunda hiçbir dürtüleri olmadığı, bütün seçim kampanyası boyunca açıkça görüldü. Örneğin referandumdan kısa bir süre önce Kuzey Renani-Westphalie’de CDU ve FDP (liberaller) Avrupa Birliği vatandaşı olmayanların belediye seçimlerinde bile oy kullanma hakkını almasını engelledi. Bu karar, açıkça Almanya’da yaşayan Türkleri hedef alıyordu. Çünkü Türk vatandaşı olan göçmenlerin üçte birine yakını, Almanya’nın büyük sanayi bölgesinden olan bu eyalette yaşıyor. Bu siyasetçiler, bir yandan Türk kökenli göçmenleri, Türkiye’deki sorunlara yoğunlaştıkları nedeniyle eleştiriyor ve onlara daha çok Almanya’daki konularla ilgilenmelerini dayatmaya çalışıyor ama diğer yandan onlara, Almanya’da en temel hak olan oy kullanma hakkını bile tanımıyorlar. İleri sürdükleri gerekçe, Alman belediye meclislerine Erdoğan taraflarının katılmasını engellemekmiş! Almanya’daki referandum sonuçları hiç de iyi çıkmadı, çünkü seçimlere katılım oranı yüzde 50 ile sınırlı olsa da, referandum ile Erdoğan’ın yetkilerinin artırmasına seçmenlerin %63.1’i “evet” diyerek onayladı. “Evet” oyları başkent Berlin’de %50.1’de kalsa da, Kuzey Rhenanie- Westphalie’de %64 (Koloyn Münster) ile %74 (Essen’de) arasında seyretti.

Seçim kampanyası ve seçim sonuçları, bir süre boyunca da olsa, işçi sınıfı içerisinde Alman ve Türk kökenli emekçiler arasında bir kopma yaşandı. Birçok Alman emekçi, göçmen kökenli emekçilerin böyle bir diktatörlük rejimini desteklemesinden memnun kalmadı. Üstelik kampanya esnasında gerginlik artıkça Türk kökenli emekçiler, kendi içlerine kapandılar ve fikirlerini açıklamaktan çekindiler.

Partilerin sağa kayışı

Gericiler, örneğin CDU-CSU (Merkel’in partisi) ve AfD (yeni aşırı sağ parti) bu durumdan yararlanmaya çalışıyor. Örneğin CDU-CSU’ün bir bölümü şimdiden çifte vatandaşlığın kaldırılması için kampanya başlattı; bu hak sadece 2014 yılında beri var ve gerekçe olarak hem Alman demokrasisi taraftarı hem de Erdoğan taraftarı olmanın imkansızlığı gibi iddialar öne sürüyorlar. Merkel şu ana kadar böyle bir geri adımdan söz etmedi. Ancak seçim kampanyası, açıkça sağa kayma olduğunu gösteriyor. 2016’dan bu yana AfD tek başına %12 ile %15 civarında, hatta eski Doğu-Almanya bölgelerinde %20 ile 24 civarında oy aldı.

Artık Die Linke dahil bütün partiler, seçim kampanyaları esnasında güvenlik sorunlarına değiniyor; hepsi daha çok polis kuvveti istiyor. İktidardaki büyük koalisyon hükümeti, her 2 veya 3 ayda bir göçmenlerin yaşam şartlarını daha da kötüleştiren yeni bir yasa çıkarıyor.

CDU’nun sağ kanadı, oy aldığı gerici çevreleri kaybetmemek için Merkel’den farklı yönlerini ön plana çıkararak “Alman kültürü egemen olmalı” gibi fikirler temelinde Hıristiyan eksenli fikirlere vurgu yapıyor. CDU her şeye rağmen seçimleri kazanmaya devam ettiği için ve de kamuoyu yoklamalarında Merkel, açık farkla önde gittiği için bu sağ kanat, sakin kalmayı tercih ediyor. Çünkü şu ana kadar, gazetecilerin yazdığının aksine Merkel, göçmenleri ülkeye kabul ettiği için tepkilere yol açmadı.

Aslında şu aralar, aşırı sağ AfD’nin oy oranları geriliyor. AfD, geçen ilkbahardaki üç yerel seçimde %5 barajını aşıp bazı adaylarını seçtirebildi ve de büyük olasılıkla eylüldeki Meclis seçiminde (Bundestag) %5 barajını aşıp milletvekilliği alabilecek. Yine de son bir yılda oy oranları %5 ile 8 civarına indi ve geçen yıllarda aldığı iki rakamlı oranlardan uzakta. Hatta şunu görüyoruz; AfD son seçimlerde en yüksek oy oranını işçi bölgelerinde, yani krizden ve işsizlikten en çok etkilenen bölgelerde, eski Doğu-Almanya ve Ruhr bölgelerinde %10 ile 20 seviyesine ulaşarak alıyor.

AfD’nin oy oranının gerilemesinde birkaç neden var, bunlardan biri medyanın tırmanan göçmen krizi diye adlandırdığı döneme bağlı. Bir süre sonra Merkel, yeniden eski desteğine kavuştu, çünkü özellikle ekonomik krizden fazla etkilenmeyen küçük burjuva çevreler rahatladı. Bir de uluslar arası olaylar, AfD’nin aleyhine gelişti; örneğin Brexit, Trump’ın zafer kazanması ve Le Pen’in elde ettiği seçim sonuçları. Almanya’da şoka uğrayan çoğu insan şunu düşündü; bu ortamda “gümrük duvarlarını yeniden oluşturmak isteyenler, içe kapanıp ekonomik korumacılığı, Avrupa Birliği’ni dağıtmak isteyenler belki yarın yeni savaşlara yol açacaklar. Böyle bir şey asla kabul edilemez, olayların bu seviyeye tırmanmasına izin verilmemeli.” İşte bu nedenle oy kullanmayanların bir kısmı yeniden sandığa gidip büyük partilere oy veriyor.

İnsanların neredeyse tümü, Brexit ve Trump’a karşı. Şu ana kadar hiçbir siyasetçi, korumacılığı veya avrodan çıkma siyasetini krizden kurtulma veya emekçiler için bir çözüm olarak savunmuyor. Tam aksine, bunların büyük tehlikeler içerdiğine vurgu yapıyorlar. Çünkü önemli ölçülerde ihracata doğru yönlendirilmiş Alman ekonomisinin, korumacılık siyasetinden zarar göreceği kesin. İşte bu nedenlerden dolayı, şu ana kadar ne büyük partiler ne de sendika liderleri milliyetçilik zehrini kullandı.

Hükümet partilileri, kitlelerin haklı endişelerini kullanıyor

Büyük partiler Trump, Brexit ve Avrupa’da aşırı sağın yükselişini kendi çıkarları için istismar edip oy kazanmaya çalışıyor. Aşırı sağın önünü kesmek isteyen, Avrupa’nın dağılmasını istemeyen herkesin çözüm olarak… onlara yani CDU ve SPD’ye oy vermesini istiyorlar.

Şu ana kadar bu, en azından orta sınıf tabakalarında tutuyor. Yıllardan beri oy kullanan seçmen sayısı azalırken artık bu sayı, yeniden artmaya başladı. Örneğin 2017’deki üç bölgesel seçimlerde oy kullanan seçmen oranında tartışma götürmez bir artış görülüyor ve bu oyların çoğu büyük partilere yani ehveni şer mantığıyla AfD yerine CDU’ye gitti.
SPD, Şansölyer Schröder’in (1999-2005) iktidar döneminde, işçi sınıfı içerisinde yarattığı hayal kırıklığının etkilerinden bir türlü kurtulamıyor ve gelişmelerden yararlanamıyor. SPD’nin yeni adayı Martin Schulz, yılın ilk döneminde birkaç hafta boyunca biraz umut yaratmış olsa da, o eski bir bakan değildi. Yıllar boyunca Avrupa Parlamentosunda görev yaptı (Parlamento başkanlığı da yaptı) ve SPD’nin bilançosundan direk sorumlu olarak görülmeyip daha çok marjinal görülüyor. Üstelik sosyal eşitlikten çok söz ediyordu. 2017 yılı başında 5 hafta gibi kısa bir sürede 10 bin yeni üye SPD’ye katıldı ve kamuoyu yoklamalarında parti desteği bir ara %30’u aşmıştı.
Ancak bu durum fazla sürmedi. Schulz’un kendisinin, partisinden daha farklı bir şey önerebilecek durumu olmadığı kısa zamanda görüldü ve kamuoyu yoklamalarında her zamanki seviyesi olan %25’lere geriledi. SPD, Schröder hükümetinin yaratmış olduğu hayal kırıklığından ve yıllar boyunca kitlelerin bir kısmının siyasete olan ilgisizliğinden bir türlü kurtulamıyor. Son durum ve gelişmeler, emekçileri siyasi sorular sormaya ve sorunlarla ilgilenmeye itiyor.

Die Linke, sınıf bilincinin yok olmasına katkıda bulunuyor

20’inci yüzyılda, özellikle de trajik bir tarih yaşayan bir ülkede milliyetçilik, bir türlü itibar görmüyor. Aşırı sağ ancak son dönemde AfD vasıtasıyla seçimlerde ilgi görmeye başladı. AfD haricinde milliyetçiliği gündeme taşıyan tek kişi, Die Linke’nin sözcüsü ve adayı Sarah Wapenknecht’ir ve halklar için tek çözümün avro bölgesinden çıkılması olduğunu savunuyor.

Kendine radikal sol diyen Die Linke, Yunanistan’daki gelişmelerden çok etkilendi: Aleksi Çipras hükümeti, kemer sıkma siyasetlerine son vermek için seçilmiş olmasına rağmen, Avrupa Birliği kurumları ve IMF karşısında diz çöktü ve çok şiddetli kemer sıkma önlemleri almayı kabul etti.

Die Linke, Syriza hükümetinin başa gelmesini bayram havasında kutladı ve sonra da Yunan hükümetinin artık ulusal bağımsızlığını bile kaybettiğini açıklayıp bu hükümetin kendine öz bir ücret belirleme siyaseti bile olmadığını, artık iktidarın “Avrupa Birliği teknokratlarının” eline geçtiğini açıkladı. Die Linke’nin bu açıklamalarında gerçeklik payı olsa da, sonuçta Die Linke, kapitalizmi suçlamaktan vazgeçti ve eşitsizliklerin, ülkeler arası eşitsizlikler dahil, kapitalizmden değil Avrupa Birliği’nden ve avrodan kaynaklandığını anlatmaya başladı. Aynı mantık İtalya’ya, İspanya’ya veya Fransa’ya uygulanmaya başlanınca sadece Çipras değil, aynı zamanda 2012’de tüm vaatlerinden vazgeçen Hollande da aklanmış olur! Çünkü onlar da avro nedeniyle bunları yapmak zorunda kaldı!

Syriza’nın başarısızlığı, Die Linke militanlarının pusulasını şaşırttı, yeni çıkış yolu olarak gösterdiği koyu reformist görüşlerinden dolayı yeni bir çıkmaz sokağa yöneldi. Sorunları ulusal çerçevede çözmeye çalışmak, sorunlara ülkeler açısından bakmak, tek çözüm yolu olan sınıf siyasetini terk etmektir. Die Linke, kapitalist düzen çerçevesinde çözüm aradığı için ona yönelen emekçilere bir çözüm yolu önermekten aciz.

Die Linke’nin tabanın ve seçmenlerinin çoğu, tıpkı AfD’ninki gibi, eski Doğu-Almanya bölgelerinden ve bu nedenle AfD ile direk seçim rekabeti konumunda. Die Linke’nin seçimler dışında önerecek başka bir siyaseti olmadığı için AfD’nin siyasetinden etkileniyor ve sonuç olarak, kendi siyasetini sulandırıyor ve bölgeci sloganlara yöneliyor, hatta göçmenlere ilişkin net olmayan sloganlar atıp işi daha çok polis gücü istemeye kadar götürüyor. Die Linke, sorunları ulusal çerçeveyle sınırlandırıyor ve sonuç itibarıyla, sınıf bilincinin yok olmasına katkıda bulunuyor.

Gelişmekte olan tehlikeler, özellikle de aşırı sağdan, Trump ve Le Pen gibileri karşısında veya emekçilerin Alman veya Türk hükümetleri ile dayanışmaya kadar, bilinç bulanıklığına, korumacılık ve kendi ülke kabuğuna çekilme fikirlerine karşı yapılması gereken; akıntıya karşı, militanca enternasyonalizmi savunmaktır. Hangi ulusa bağlı olursak olalım, hangi ülkeden gelirsek gelelim, dini kökenimiz veya rengimiz ne olursa olsun, hepimiz aynı işçi sınıfın birer üyeleriyiz ve kaderimiz, dünyanın tüm diğer bölgelerindeki emekçilere bağlı. Dünyayı gerçekten değiştirmeyi isteyenler için enternasyonalizm dışında başka bir seçenek yok. (16.06.2017)


Ana sayfa | İletişim | Site planı | |

Site yaşamını izle tr  Site yaşamını izle Başlıca Makaleler   ?