Sinif Mucadelesi

Kapitalizm: bunalım içinde bir ekonomik sistem ve devrilmesi gereken bir sosyal düzen

Cuma 7 Ağustos 2020

LEON TROÇKİ ÇEVRESİ’NİN BROŞÜRÜ, 26/02/2019

Büyük bir ekonomik durgunluk tetikleyen 2007-2009 mali krizinden on yıl sonra, kapitalist ekonomi hala iyileşmedi. Ekonomistler 1950’lerden bu yana «Amerika Birleşik Devletleri’ndeki (ABD) en uzun büyüme devri » karşısında hayranlıklarını dile getiriyorlarsa da, bu aynı zamanda bu büyümenin zayıflığının altını hemen çizmek anlamınna geliyor. Üretim endeksleri 2007 yılındaki düzeylerine ulaşamadılar. New York Menkul Kıymetler Borsası, 2018 yazında, sonbaharda şiddetli bir düşüş yaşanmadan önce « çökme olmadan en uzun deviri » kutladı. Ve bütün yorumcular, bir kadercilikle gelecek çöküşü bekliyorlar.

Büyüme, Atlantik Okyanısı’nun bu tarafında, 10 yıldır daha kansız, zayıf yani az oldu. Ocak ayında, Les Échos gazetesi (Fransız ekonomi gazetesi) « Euro bölgesindeki ekonomik etkinlikler 2013 yılının ortasından itibaren en düşük seviyesinde gerçekleşti » diye yazıyordu. 2000’li yıllarda küresel büyümenin motorları olarak sunulan Çin, Brezilya veya Hindistan gibi gelişmekte olan ülkelere gelince, bugün IMF bu ülkelerin ekonomik durumları konusunda endişeli.

Dünya ekonomisinin perspektiflerine gelince, burjuva iktisatçıları ve istatistik enstitülerinin sözcüleri, aynı karamsarlığı paylaşıyorlar. İstikrarsızlık, dalgalanma, kamu borçlarının aşırı büyümesi, üretkenliğin durgunluğu, üretken yatırımlardaki zayıflık, altyapının güçsüzlük ve yıpranmışlığı, işte bütün bu nitelendirmeler bu yazarların yazdıklarından ilk anda akla gelenler. Hatta bu durumu nitelendirmek için « yüzyılda bir yenilenen durgunluk » terimini bile icad ettiler.

İşçilerin bu durgunluğun etkilerini tenlerinde, günlük yaşamlarında hissetmeleri için istatistiklere ihtiyaçları yok. Fransa’da bir rakam bunu özetliyor : son on yıl boyunca, Pôle emploi’nın (Fransa’da işle ilgili, işsizlik konusunda istatistikleri yapan, işsizleri işe yerleştiren, onlara işsizlik yardımı sağlayan vb. gibi işleri örgütleyen bir kamu kuruluşu.) sayımlarına göre, resmi olarak kayıtlı işsizlerin sayısı, bütün kategoriler dahil, 3 milyon 700 binden, 6 milyon 200 bine yükselmiş bulunuyor. ABD gibi, resmi işsizliğin düşük olduğu ülkelerde, milyonlarca işsiz istatistiklerden çıkarılmış durumda bu işsizler ise çok yıpranmış ya da çok marjinalleştirilmiş olarak gerçek bir iş bulma ümitlerini kaybedip iş aramayı bırakmış durumdalar. Milyonlarca sadece yarım gün gibi sınırlı saatlerdeki veya geçici işlerde çalışıyor, diğer bir kısım emekçi de yaşamlarını sürdürebilmek için birkaç işi bir arada yapmak zorunda kalıyor. Tüm gelişmiş ülkelerde, halk sınıflarının yaşam düzeylerinde düşme görülüyor. Peki ya, yoksul ülkelerdeki 800 milyon insana veya gelişmekte olan diye nitelendirilen, günde 2 dolardan daha az bir parayla hayatta kalmaya çalışması gereken insanlara ne demeli?

Açıkçası, halk sınıflarının yoksullaşması ile hisse senedi sahiplerinin ceplerine indirdikleri rekor düzeydeki kârlar arasında, direkt, doğrudan bir ilişki var. Birisinin sömürüsü diğerinin servetini besliyor. Ve böylece 26 milyarder insanlığın yarısının sahip olduğu zenginlikler kadar bir servete sahip bulunuyor.
Fransa’da, yalnızca CAC 40’ın hissedarları (« Cotation Assistée en Continu » CAC 40, Paris borsasında en büyük 40 Fransız şirketinin verilerini gruplaştıran bir borsa endeksi anlamına geliyor. Büyük Fransız şirketlerinin ekonomik evriminin bir göstergesi olarak kullanılıyorlar), geçen yıla göre % 15 artışla 57 milyar avroyu ceplerine indirdiler. Finans, toplumu kemiren bir kanser haline dönüşmüş bulunuyor.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından ve «tarihin sonunu» ve liberalizmin komünizme karşı zaferini ilan eden Francis Fukuyama’nın sayıklamalarından otuz yıl sonra, kapitalizmin en sıcak, en hızlı destekçileri bile sistemlerinin nereye doğru gittiğini bilmiyorlar. Kapitalizmin giderek daha da fazla ağrılı ve sancılı, ciddileşen kasılmalarla çöküşünü kendilerinin saptamaları gerekiyor.

IMF’nin müdürü Christine Lagarde, Aralık ayında « eşitsizliklerin 2040 yılına kadar kapitalizmin altın çağındakinden daha da fazla artmasından ve isyan çağına yol açmasından » endişeleniyordu.

Total’in direktörü, iş bankası Natixis’in baş ekonomisti olan Patrick Artus bir yıl önce şöyle açıklama yapıyordu : « Kapitalizmin bugünkü dinamikleri Karl Marks’ın öngördüğü dinamiklerdir ».

Bankacı Artus, « işletmelerin verimlilik ve etkililik düzeylerinde bir düşüş » olduğunu, yani ekonomide ortalama kâr oranlarında düşme olduğunu ortaya koyuyordu. Kapitalistlerin kâr marjlarını korumak için, ücretleri « ancak geçimlerini sağlayabilecek, yaşamlarını sürdürebilecek » düzeye kadar indirdiklerini belirtiyordu. Kapitalistler arasındaki en zenginler, aynı amaçla, giderek daha da çok « mali krizleri ortaya çıkaran spekülatif faaliyetlere » atılıyorlar.

Marks tarafından tanımlanan bu « kapitalizmin dinamiği » nedir ? Marks’ın 1847’de öngörüldüğü ve Troçki’nin 1938’de İkinci Dünya Savaşı’nın arifesinde Geçiş Programı’nda ortaya koyduğu gibi neden bu sistem, her zamankinden daha da fazla « üretici güçlerin gelişmesine engel » teşkil ediyor ?

Neden, bütün insanlığın ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla, üretim araçlarını gerçekten kolektif ve mantıklı bir şekilde kullanmak için, sadece bir toplumsal devrim, üretim araçları üzerindeki bu engeli yıkabilecek, onların özel mülkiyetine son verebilecekti ?

İşte bu Leon Troçki Çevresi broşürünün konusu bu.

Kapitalizmin dinamiği ... ve çelişkileri
İnsan işgücü, katma değerin kaynağı

Burjuva iktisatçıları için, ekonominin sağlıklı olup olmadığı, üretimin büyüme oranı ile ölçülür. Bize 40 yıldan beri, bugünün büyümesinin, yarının yatırımları ve yarından sonrasının da iş olanakları olduğunu söylüyorlar. Ve hala bekliyoruz ...

Bu büyümeyi ölçmede en çok kullanılan gösterge, brut iç üretim yani Gayri Safi Yurtiçi Hasıla, GSYİH’dır. Bunun bir ülkedeki bir yıl içinde oluşan katma değeri (Katma değer, bir üretim sürecindeki çıktı ile girdi arasındaki farktır. Örneğin 10 TL değerinde hammadde alınmış, bu hammadde toplam olarak 20 TL ücretle çalıştırılan işçilerle işlenmiş ve 50 TL değerinde bir ürün ortaya konmuş olsun. Burada girdi 10 TL olarak ölçülür. İşyerinde çalışan işçilere ödenen ücretler girdi olarak değerlendirilmez. Çıktı ise 50 TL’dir. 40 TL’lik fark katma değeri oluşturur. Bu katma değerin 20 TL’sini işçiler alır. Geri kalan 20 TL de (artı değer) kârdır. – Vikipedi) gösterir.

Bu gösterge, gerçekten ne kadar üretildiğini bilmek için bile gerçekçi ve güvenilir değil. Hem maddi malları, hem nesneleri, konutları, altyapıları ve her türlü hizmetleri birbirine karıştırır. Ekonomik aktörler arasında faturalandırılan bu hizmetler, gerçek bir işe karşılık gelebilirler. Ancak çoğu zaman, iki şirket, alt şiirketler ve ana şirket arasında en ufak bir katma değer olmaksızın, kağıt üzerinde basit bir mülkiyet transferi, değişimi sözkonusu olur. GSYİH, amortismanı (kademeli geri ödeme), tesisler ve altyapıdaki yıpranmayı, aşınmayı dikkate almaz.

GSYİH, başka bir düzeyde, ekonominin burjuva vizyonunu, yani görünümünü yansıtıyor, çünkü bunlar sadece kârları biriktirmek için dolambaçlı yollar anlamına geliyor. Böylece GSYİH, zenginlerin oyuncakları, lüks mallar üreten endüstri, özel jetler ve hatta tüm silahlar gibi topluma hiçbir şey kazandırmayan, ona hiç bir yararı olmayan mallarla, ve lojman ya da ilaç gibi hayati önemi olan malları aynı biçimde hesaplar. Kaynakların tükenmesini, kirliliği, çevresel veya iklim bozulmalarını göz ardı eder. Ev işleriyle ilgili iç işler alanını veya yaşlı ebeveynlerin ve çocukların bakımı gibi sosyal açıdan faydalı ücretsiz bütün işleri dikkate almaz.

Ekonomistler, GSYİH’ya ek olarak, ortalama yaşam süresini ve 15 yaşındaki çocukların eğitimden yararlanma durumunu dikkate alan, insani gelişme endeksi, göstergesi adı altında başka bir gösterge önerdi. Bhoutan, BNP’yi (Bonheur National Brut) yani Mutluluk Gayri Safi Milli Hasılasını kullanıyor... Bu, GSYİH’dan biraz daha hayal kurduruyor ! Ancak, aslında, gösterge ikincil bir sorun.

İnsan toplumlarının motoru, insanların doğadan, yaşamak ve çoğalmak için derhal tükettiğinden çok daha fazla zenginlik elde etmeye yetenekli olması. Toplumsal ürün fazlasını, artı ürünü oluşturur. Zamanla, üretici güçleri, yani üretim araçları, az veya çok nitelikli veya niteliksiz işgücünü, bunları uygulamak için için örgütlenme biçimi de dahil, maddi üretime katılan herşeyi, geliştirip mükemmelleştirdiler. Bu üretici güçler, belirli bir gelişim düzeyinden itibaren, sanatçılar, bilim adamları veya... askerler gibi bazı insan gruplarını üretici görevlerden özgürleştirmek ve bir işbölümü sağlamak için yeterli bir sosyal artı-ürün yaratmayı olanaklı kıldı.

Bu artı ürünün artmasıyla eş zamanlı olarak, toplum içinde bu artı ürünün bölüşümü, paylaşımı konusunda bir mücadele başladı. Sosyal sınıflar ortaya çıktı, bazıları bu ürün fazlalığını üretirken, diğer bazıları onu ele geçiriyordu. Marks ve Engels’in Komünist Manifesto’da yazdıkları gibi : « günümüze kadar olan bütün toplumunların tarihi, sadece sınıf mücadeleleri tarihidir ».

İnsanlık, tarihi boyunca, değişik sosyal örgütlenme biçimleriyle birçok medeniyet gördü. Genellikle, sosyal fazlalığın, artı üretimin bölüşümü, dağılımı basit ve şeffaftı. Köleci toplumlarda, köleyle birlikte, köle tarafından gerçekleştirilen işlerin hepsi, köle sahibine aitti. Feodalizmde, serf, haftanın bir çok günü senyörler yani efendileri için ücretsiz olarak çalışıyordu.

Sermayenin sırrı

Kapitalist rejimde, artı-değer, sosyal-artı ürününün gasp edilmesinin özel biçimini temsil eder. Bu hırsızlık, işçiler ve kapitalistler arasındaki sözde serbest sözleşmenin arkasına gizlenir. Bir işçi, işgücünü pazarda satar, çünkü yaşamak için başka olanağı yokdur. Kapitalist sermayelerin sahibi. Makineler, hammaddeler vb. gibi üretim araçlarına yatırım yapar. İşçilerin, bir günlük işgünü için ücret karşılığında işgüçlerini satın alır. İşçiler tarafından üretilen arabalar, çamaşır makineleri, akıllı cep telefonları, hukuki olarak kapitaliste aittir çünkü sermayeyi getiren odur. İşçi maaşıyla, yiyeceğini, kirasını, ulaşım giderlerini, çeşitli faturalarını vb. gibi öder. Sözleşme dürüst görünür. Görünürde bir hırsızlık bulunmaz.

Sermayenin sırrı, bir işçinin geçimini sağlaması için gerekenleri üretmek için, net bir biçimde bir günlük işten daha azının gerekmesidir. Basitleştirmek için bir örnek almak gerekirse, 8 saatlik bir iş günü üzerinden, yalnızca ilk 4 saat, ücretle satın alınan malların eşdeğerini üretmek için kullanılır. Sonraki dört saat, işçinin patronuna borçlu olduğu saatler, ücretsiz, bedava yani karşılığı ödenmeyen emek anlamına gelir. Bu süre içinde işçi tarafından eklenen değer, artı değerdir.

İşçilere ücretleri gerektiği gibi ödense bile, artı değer üretirler. Yani emekleri çalınır. Ücret, yani çalışanlara ödenen maaş, işçilerin kendi işgüçlerini yeniden oluşturmalarını sağlayan, yaşam için gerekli asgari ücretin etrafında dalgalanır. Ücret herşeyden önce, işçiler ve patronlar arasındaki güç ilişkisine, az ya da çok büyük bir işsizler «yedek ordusunun» varlığına bağlıdır.

Devlet’in idari işlerinde veya kamu idarelerinde çalışanlar, öğretmenler, hastane veya huzurevleri personelleri vb. doğrudan üretici değiller, çünkü bunların kendileri artı değer üretmezler. Yine de, genel üretim süreci için çok önemli ve gerekliler; iş gücünün eğitimine, bakımına ve yeniden üretimine, çoğalmasına katkıda bulunurlar. Onlar da sömürülürler ve geniş emekçi sınıfına aittirler.

Sanayici olmayan iş ve işçi bulma kurumu sahipleri, sigorta şirketleri veya banka sahipleri gibi kapitalistlere gelince, bunlar da paylarını artı değerin ortak büyük kabından alırlar. Petrol tankeri yolculuğunu bitirmeden önce bile bir gemi yükü petrolü satın alıp yeniden satarak kar elde eden bir spekülatör ise, hiçbir değer katmaz ve yaratmaz. Ancak, petrol üretiminin şu ya da bu anında üretime katılan işçinin yarattığı artı değerden kendi payını alır.

Artı değer, üretim sürecinde, kollektif bir biçimde, emekçiler sınıfı tarafından yaratılır ve kapitalistler aralarında, en büyük payı kapmak için şiddetle savaşırlar. Kapitalist ekonominin işleyişinde iki yüzyıl boyunca icat edilen karmaşık sofistike ne olursa olsun – bunun için kapitalistlerin hayal gücü sınırsız – bu artı değer üretim süreci, yani toplumsal artı ürün, çeşitlenmedi, değişmedi. Sadece insan emeği artı değer yaratıyor.

Kapitalist sınıf için, ister konut isterse misket bombaları olsun malların üretimi, sadece artı-değeri üretmek için bir destektir. Bir malın kalitesi, sosyal faydası değil, kapitalistin, satış yoluyla, üretim sırasında yaratılan artı değeri geri alabilmesi için bir alıcı bulabilmesidir. Böylece, kapitalistlerin bakış açısından, işçi malları üreterek sermaye üretir.

Sermayenin yeniden üretilmesi ve çelişkileri

Marks ve Engels, Komünist Parti Manifestosu’nda : « Burjuvazi yalnızca sermayeyi oluşturmayı ve arttırmayı hedefler. Yatırım yapılan sermaye, onun artı-değer ve dolayısıyla da kâr elde etmesini sağlar. » diye yazdılar. Kapitalizmin motoru sermayeyi artırmakdır. Burjuvazi, sermayelerini arttırmak, « ek artı değer yaratmak için, onları sonsuz bir biçimde yeniden, yeniden yatırır.» Bu nedenle, Marks ve Engels, « burjuvazi bütün dünyayı işgal etti » [...] « her yerde güçlü bir biçimde tutundu, davet edilmediği halde varlığını dayattı, her yerde inşa etmesi gerekti, her yerde ilişkiler kurdu » diye ekledi.

Sermayeleri büyütmek için yeniden yatırım yapma gerekliliği gibi, küreselleşme de kapitalizmin genlerinde bulunur. Kapitalizm, nüfuzunu geliştirip yaymadan, olanaklı olan en düşük maliyetlerle yeni mallar üretip satmak için keşifler yenilikler yapmadan yaşıyamaz. Manifesto, « Burjuvaziyi, üretici güçleri bir bütün olarak tüm nesillerin genelinde geçmişte yapılandan daha kitlesel ve devasa boyutlarda geliştirmeye ve yaratmaya iten buydu » diyordu.

Bununla birlikte, sermaye bu yeniden üretim süreci, birçok engelle karşılaşıyor. İlk etapta, üretim anarşisiyle karşılaşır. Bir arabanın üretimi, makineler araç gereçler, üretim bandları, ve bunları kullanabilmek için elektrikten söz etmesek bile, ham maddeler, çelik ve diğer metaller, elektrik kabloları, petrolden üretilen plastikler, araba lastikleri, çok sayıda yedek parça gerektirir. Bir otomobilin montajını yapıp ortaya çıkartmak için, bu bileşenlerin her birine doğru zamanda, doğru yerde ve doğru oranlarda sahip olmak gerekir. Bu bileşenler, her biri kendi sektörlerinde, pazarın ne kadarını ellerine geçirebileceklerini önceden bilmeden olanaklı olduğunca çok satış yapmak isteyen diğer kapitalistler tarafından üretiliyor. Ayrıca üretim zamanları, çelik üretimindeki tesislerin amortisman döngüleri gibi elektrik veya lastik üretimindekiyle aynı olmuyor. O halde, bütün bu faktörler arasındaki denge olanaksızlaşıyor. Bu dengesizlik ise kaçınılmaz olarak krizleri yaratıyor.

Bu çelişkiler, üretilenleri satma potansiyeli olan pazar çok daraldığında periyodik olarak ortaya çıkıyor. Bir arabanın içerdiği artı değeri yeni bir üretim döngüsüne yeniden yatırım yapmadan önce elde etmek için, öncelikle bu arabayı satmak gerekiyor. Ayrıca, dünya pazarına koyulan her otomobil, her çamaşır makinesi, her akıllı telefon için bu mallarla ilgilenen bir alıcı bulmak ve özellikle de bu alıcıların yeterli alım güçlerinin olması da gerekiyor. Potansiyel alıcıların büyük çoğunluğunun ücretleri sürekli olarak aşağı doğru çekilen, azalan emekçiler arasında bulunması nedeniyle, alım gücü, ödeme gücü sınırlı bir piyasa sözkonusu. Aynı malları üreten kapitalistler, her dalda, bu pazarın büyük bir kısmını ele geçirebilmek için şiddetle rekabet ediyorlar. Reklamcıların hayal güçlerine ve saplı dondurma bile satabilecek yeteneğe sahip tüccarların yeteneklerine rağmen, arz, her zaman düzenli bir biçimde alım gücü olan talepten daha fazla gerçekleşiyor. Bu temel çelişkiyi oluşturuyor.

Kapitalizmin doğuşundan, kökeninden beri, üretimdeki anarşi, kapitalistler arasındaki rekabet ve alım gücünün olduğu, borçların ödenebildiği pazarın sınırlılığı, aşırı üretimden kaynaklanan periyodik krizlere yol açıyor. Bu aşırı üretim ise insanlığın gerçek ihtiyaçlarına göre değil, alım gücünün olduğu, borçların ödenebildiği piyasaya göre gerçekleşiyor. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki son konut (emlak) krizinde, aileler bütünüyle sokaklarda yatarken, yeni inşa edilmiş on binlerce ev yıkıldı ya da terk edildi. Bu krizler kaza değil, işlev bozukluğundan da kaynaklanmıyorlar. Troçki, bu krizler kapitalist yaşamın «onun doğumundan itibaren» ritmini oluşturuyor; «mezarına kadar da ona eşlik edecekler » diyordu. Ve onlar, arz ve talep arasındaki dengeyi bulmak, stokları eritmek, sermaye fazlasını yoketmek ve kârsız şirketleri ortadan kaldırmak için a posteriori yani sonradan gelen tek kaba ve hoyrat düzenleyiciler.

Kâr oranının azalması

Kapitalizmin bir diğer çelişkisi de kâr oranındaki düşme eğilimi.

Her kapitalist kârlarını arttırmak için pazar payını artırmaya çalışır. Eğer yeni bir yöntem, yeni bir makine, kapitaliste iki katı daha az maliyetlerle, iki katı kadar daha hızlı, iki katı kadar fazla üretim yapmasını sağlarsa, o bu tesise yatırım yapar. Bu rakiplerinin bir kısmını elemesini, saf dışı bırakmasını sağlar. Her kapitalist aynı mantıkla, aynı biçimde hareket eder. Rakipleri de er ya da geç bu makineye ya da daha yüksek performanslı bir diğerine yatırım yapar. Sonuç olarak makinelere ve hammaddelere yatırım yapılan sermayede, sabit sermayede bir şişme, artma olur. Artı değer üreten makineler değil insan emeği olduğu için, kapitalist ekonominin bütününün ortalama kâr oranı azalır. Bu azalma, ekonominin bütün sektörlerine aynı anda ve aynı şekilde müdahale etmez, ama kaçınılmazdır.

Kapitalistlerin herbiri emekçilerin sömürüsünü daha da ağırlaştırarak, arttırarak, çalışanların sayısını ve ücretleri azaltarak, üretim bantlarının hızını arttırarak, çalışma sürelerini uzatarak, fabrikaları bir bölgeden maliyatlerin daha az olduğu başka bir yere taşıyarak, ya da fabrikalara daha az ücretlerle çalışmaya hazır olan başka işçileri getirerek, vb gibi yöntemlerle bu azalmadan kaçmaya çalışır. Bu yöntem, kapitalizmin bütün bir tarihi boyunca uygulamaya kondu. Emekçiler servislerinde ya da atölyelerinde her zaman daha da üretken olmaları için yapılan baskılar sonucunda bunu kaslarında, kas kirişlerinde hissediyorlar, yıllardır buna maruz kalıyorlar. Ancak bu sömürü biyolojik sınırlılıklarla karşı karşıya kalıyor. Aynı zamanda da emekçilerin kollektif direniş kapasiteleriyle çatışıyor.

Kapitalistler kendi aralarında, artı değerin genel kazancından en büyük payı alabilmek için kıyasıya bir savaşa girişiyorlar. Bir tekele sahip olan en güçlüleri, kendilerine mal sağlayan şirketlere ve kendi alt şirketlerine yani taşeron firmalarına kendi koşullarını dayatıyorlar. Bunlar, en az maliyetlerle veya ürünlerini değerlerinin çok üzerinde satarak daha geniş ölçekte üretim yapabiliyorlar. Kapitalizmin tarihini, tekeller arasındaki anlaşma durumları dikkat çeken önemli anları oluşturur. Mali spekülasyonlarla girişmek ortalama kâr oranının üzerinde bir kâr elde etmek için başka bir olanak oluşturur ... Bu, fiyatlar yükseldiği sürece ve ve çöküşten önce kendini piyasadan çekmeyi bilme koşuluyla işler. Böylece, ortalamanın üzerinde bir kâr oranını koruyan kapitalistler, bunu zayıf kapitalistlerin zararına gerçekleştirirler.

Ortalama kâr oranını artırmanın tek yolu, sabit sermayenin fazlalığını ortadan kaldırmak. Bu krizlerin sağlığı sağlama işlevidir. Krizler, en az kârlı şirketleri ortadan kaldırarak, en az üretim yapan atölyelerin kapanmasını sağlayarak sermayeyi yok eder. Bu yıkım kâr oranını yükseltiyor. Kriz, en zayıf duruma sahip kapitalistler için, ortadan yokolma anlamına geliyor. Kriz diğerleri için ise, rakiplerini düşük bir fiyatlarla satın alma fırsatı oluşturuyor. En büyük olanlar, biraz daha büyüyor. Her krizde sermaye daha da yoğunlaşıyor.

Kâr oranındaki düşme ve kapitalist sınıfın bunu durdurmak için uygulamaya koydukları, kapitalist sistemin tarihinin ritmini oluşturuyor. Bu, ekonomik krizlere, tekellerin oluşmasına ve yoğunlaşmasına, sömürgeciliğe, emperyalizme ve savaşlara yol açar. Ekonominin ise finansallaşmasını sağlar.

Bütün bunlar, kapitalizmin normal işleyişini oluşturuyor, doğru politikayı bulduklarını ve sistemi gerektiği gibi işletebildiklerini iddia eden bütün herkesi rahatsız etmiyor.

Ayrıca Macron tarafından sıklıkla dile getirilen, krizlerin «yaratıcı yıkımının» rolünden bahseden Schumpeter gibi burjuva iktisatçıları bunu biliyorlar. Ortadan yokolan işlerin yerinin, daha verimli ve üretken işler tarafından alındığını bilgince açıklıyorlar. Bu doğru olsa bile, kapitalizmin başlangıcında, yeni endüstride iş bulanlar, nadiren eski işlerini iflasla kaybedenlerdi. 2008 yılında gerçekleşen son «yaratıcı yıkım dünya çapında on milyonlarca işçiyi işsiz, milyonlarca Amerikalıyı evsiz bıraktı ve ekonomik açıdan gelişmiş bölgeleri çöllere dönüştürdü.

Krizler, eğer kapitalist ekonomi açısından kâr oranındaki düşüşü durdurmak için periyodik bir araçsa, toplum açısından ise ölçülemez bir insanlık felaketi, maddi kaynakların, malzemelerin kötü kullanımı, gereksiz yere harcanması anlamına geliyor.

Sermaye, kolektif bir ürün

Kâr oranındaki bu düşüş, kendi başına, toplum için bir sorun değil.

Bu, insanların ihtiyaçlarını kollktif bir biçimde üretmek için giderek daha az zaman gerektiği anlamına geliyor; bunu daha etkili ve verimli üretim araçları ve genel bir iş organizasyonu kullanarak yapıyorlar. Bütün insanlığın bakımını sağlamak için gereken çalışma süresi azalma eğilimi gösteriyor. Bu oldukça önemli ve büyük bir gelişme! Hatta bu komünist perspektifimizin, bakış açımızın temellerinden biri.

Ancak bunun gerçekten bir ilerleme olması için, üretim araçlarının toplumun tümü tarafından kontrôl edilmesi, rasyonel yani akılcı ve planlı bir şekilde uygulamaya konması gerekiyor. Üretim araçları kapitalist sınıfa ait oldukları sürece, üretkenlik kazançları felakete dönüşecek.

« Toplumun en zengin % 1’i ile % 99’u arasındaki fark yıldan yıla daha da artarsa, bu, sistemin, iyi yasalarla düzeltilebilecek bir bozukluğunun ürünü değildir. Reformistlerin iddia ettiği gibi, ne « yeniden dağıtımcı, daha adaletli bir vergi politikası », ne de « farklı bir biçimde servet dağılımı » bu eğilimi önliyemez. Hatta bu, artı değeri üretenler giderek daha da fakirleşirken, küçük bir azınlık tarafından onun daha da hortumladığı bir sistemin temelini oluşturuyor.

Sermaye, insan emeğinin yarattığı birikiminden kaynaklanıyor. O bütün üreticilerin kollektif çalışmalarının ürünüdür. Verilsin ya da yerinde tüketilsin her nesne, üretilmek için, üretimin şu ya da bu aşamasında, bütün dünyaya dağılmış olan binlerce emekçinin birleşik çalışmasını içeriyor. Üretim sosyalleşiyor. Bu nedenle sermaye, kullanımına ortak olarak karar verilmesi gereken, bütün toplumun ortak malıdır.

Marks tarafından ortaya konan, açıklanan diğer çelişki de şudur :
« sermaye, yalnızca, birçok bireyin [...] hatta son tahlilde bütün toplumun ortak faaliyetleriyle harekete geçirilen, kolektif bir ürün. Ve buna rağmen o sadece kapitalistlerin [Marks ve Engels – Kommüniste Manifesto – 1847] özel mülkiyeti, malı oluyor ». Kapitalistler sermayenin sahibi kaldıkları için de, sadece onlar sermayenin kullanımına karar veriyor

Yeniden gözden geçirilmesi gereken zenginliğin paylaşımı, dağılımı değil, üretim araçlarının özel mülkiyeti ortadan kaldırılarak, üretimin örgütlenmesinin değiştirilmesi gerekiyor.

Kapitalizm gelişerek bu devrimi gerçekleştirmek için gerekli silahı verdi. Bir yandan, zenginliğin üretimi ve dağıtımı zaten toplu olarak gerçekleştiriliyor. Herkesin ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla bunu örgütlemek için gerekli bütün elemanlar zaten daha önceden hazır bulunuyor. Ekonominin temel sektörleri, sayım ve örgütleme araçlarına sahip olan büyük grupların elinde yoğunlaşıyor.
Bilgisayar, internet veya uydular gibi insanlığın bütününün ihtiyaçlarını belirlemek, kaynakların bilançosunu çıkarmak veya üretim kapasitelerini ölçmek için bütün teknik araçlar bugün halihazırda mevcut. Malların ulaşımını, taşınmasını ve dağıtımını sağlayan ağlar tüm gezegeni sarıyor. Bir mal taşıyan konteyner, GPS ile gerçek zamanlı olarak takip edilebiliyor.

Diğer taraftan, kapitalizmin gelişimi, burjuvazinin özel mülkiyetini kamulaştırıp ortadan kaldırmak için olanakları olan, hatta bunda çokça da çıkarı bulunan bir sosyal sınıfı, hem sayısal hem de sosyal anlamda güçlendirdi. Bu sosyal sınıf proletarya, yani işçi, emekçiler sınıfı. Çünkü onlar birlikte bütün zenginlikleri üretiyorlar, çünkü onlar düzenin bütün çarklarını işletiyorlar, çünkü üretim yerlerinde yoğunlaştılar. Emekçiler, ekonominin bilinçli sosyalleşmesini gerçekleştirmek için burjuvazinin mallarını kamulaştırıp özel mülkiyeti ortadan kaldırmaya yetenekli tek sosyal sınıfı oluşturuyor.

Onların bu sosyal düzeni korumakta hiçbir çıkarları bulunmuyor.

Bir zorunluluk olan Sosyal Devrim

Komünist Manifesto, 1847 yılında « Burjuvazi kendi mezar kazıcılarını yaratıyor. Burjuvazinin düşüşü ve proletaryanın zaferi de aynı kaçınılmaz » ilan ediyordu.

Ancak « kaçınılmaz » kelimesi, « otomatik » anlamına gelmiyor. Marks açık ve belirli bir biçimde şunları yazdı : « Gelişiminin belirli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri varolan üretim ilişkileriyle çelişkiye girer [...]. Bu ilişkiler, üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel teşkil eder. Bu durumda bir toplumsal devrim çağı başlar » [Marks - Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı - 1857].

Bazı reformistler, bir yandan Marks’ın eseri Kapital’in sayfalarına hayran kalırken, diğer yandan kapitalist sistem hala yaşadığı halde, onun içerdiği çelişkişerin ağırlığı altında çökeceğini, olgun bir meyve gibi düşeceğini, önceden söyleyen, öngören, Marks’ın «hatası» üzerine kendilerini sorguluyorlar. Ama bu insanlar temel olanı kaçırıyorlar. « Sosyalizm ya da barbarlık » biçimindeki alternatifin en kötüye evrilmesini engellemek için, gücünün ve rolünün bilincinde olan bir sosyal sınıfın inisiyatifi ele alması, bir yer değiştirmenin gerçekleşmesi gerekiyor.

Marks ve Engels oda ekonomistleri (yani belirli mekanlarda kapalı kalıp ahkam kesen –ÇN-) ekonomistler değillerdi. Onlar, kapitalizmin işleyişini onu yıkmak amacıyla anlamaya çalışan savaşçılardı. Hedefleri, bu amaçla proletaryayı siyasi anlamda örgütlemek ve silahlandırmaktı. Kapitalizmin çelişkileri bir devrimi zorunlu kılıyor. Krizler, bütün sosyal gerilimleri şiddetlendirerek, bunu olanaklı kılıyor. Ancak devrim olasılığı ve onun zafer kazanması arasında, emekçilerin bilinçli müdahalesi gerekiyor.

1848’de Avrupa’yı sarsan devrim ve daha sonra da 1871 yılında gerçekleşen Paris Komünü sırasında savunulan politika buydu. Onlardan sonra August Bebel’den Rosa Lüksemburg ve Lenin’e kadar birçok nesil militan, bir sınıf bilincini yaratmak ve güçlendirmek, emekçilerin en bilinçlilerini bir araya getirmek, onları iktidarı almak amacıyla eğitmek ve politik anlamda silahlandırmak için sosyalist partiler inşa etmek için işe koyuldular.

Sermaye birikimi ... ve çelişkileri

Paris Komünü’nün bastırılıp ezilmesinden sonra, devrimin tekrar gündeme gelmesi için elli yıl geçti. Kapitalizm bu dönem boyunca gelişmesini sürdürdü. Marks’ın yazdığı gibi : « Hiç bir sosyal rejim, üretici güçlerini bu rejim tarafından ulaşılabilecek en yüksek, maksimum düzeye çıkarmadan önce yok olmaz ve hiçbir yeni sosyal rejim, önceden, eski rejim içinde gerekli ekonomik koşullar olmadan ortaya çıkmaz. [Marks - Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı - 1857].»

1871-1914 yılları arasındaki döneminde, üretici güçler gelişmeye devam etti. Avrupalı kapitalistler, tüm dünyayı fethederek, sermayelerinin fazlasını, aşırı kısmını yatırım yaparak meyvelendirdi, verimli kıldı ve bundan yararlandı. Ordularının gücü, tüccarlarının kurnazlığı ve medeniyet götürdüklarini iddia eden entelektüellerinin işbirliği ile, henüz egemenlikleri altına girmemiş, onlara boyun eğmemiş olan ülke ve bölgeleri de egemenlikleri altına aldılar. Kendi tekstil ürünlerini ve diğer ürünlerini satmak için küçük ticari üretimi yok ettiler, milyonlarca zanaatkârın harap olup ortadan kalkmasına neden oldular. Afrika ve Asya’daki milyonlarca köylünün vergilerini, sadece kapitalistlerin maden ocakları ve tarım işletmeleri için işleyen demiryolu hatlarını inşa etmeyi finanse temeye tabi kıldılar. Böylece sermayelerini iyi bir kâr oranı ile verimli kılıp, büyüttüler. Sömürgecilik sadece ideolojik bir seçim değildi : O, Avrupa’lı kapitalistlerin sermayelerini yeniden üretmeleri için gerekliydi.

Bu süreç boyunca, hiç zaman ortadan kalkmayan periyodik yani devrevi krizler sırasında, sermayenin yoğunlaşması arttı. Artı değeri depolamak, gerekli sermayeyi merkezileştirmek ve ilerletmede hayati bir rol oynayan bankalar ekonomide merkezi bir yer edindi. Hatta işletmelerin tam kalbine yer edip, kontrolü ele aldılar. Kapitalistler, bankalara paralel olarak, yatırım yapmak üzere taze sermaye paylarını bulmak için, anonim şirketler ve değer borsaları yaratıp geliştirdiler. Bankalar ve Borsa, şirketlerin hayatlarını sermayelerden tamamen ayrıştırmayı olanaklı kıldı. Bunlar sermayenin yoğunlaşmasını da hızlandırdılar. Çelikten petrole, kimyadan, elektriğe kadar temel endüstri kollarında, güçlü tekeller oluştu. Kapitalizm emperyalist aşamasına ulaşmıştı. Lenin’in formüle ettiğine, ileri sürdüğüne göre, kapitalizm olgunluk çağından yaşlılık çağına geçmişti.

Bir yandan, sömürge ülkeleri sömürerek gerçekleştirilen bu olağanüstü birikim, Avrupa burjuvazisinin işçi sınıfı aristokrasisine bıraktığı sosyal aşırı ürünün payını biraz artırmasına sağladı. Burjuvazi, işçi mücadelesi karşısında birkaç sosyal yasa çıkarılmasına izin vererek, sendikaları yasallaştırarak, sendika başkanlarıyla toplu sözleşme anlaşmaları yaparak, sendika yöneticilerini ve işçi partisi kökenli parlementerleri kamusal yaşama entegre ederek devrimlerin ilerleyişini durdurdu.

Ancak bu, yalnızca sömürgelerde değil, aynı zamanda da büyük kapitalist metropollerde, ne kapitalist sömürünün mekanizmalarında ve hatta ne de üreticilerin bir bölümünün yoksulluklarında hiçbir şeyi değiştirmedi.

Diğer taraftan, Avrupa’daki ulusal pazarların darlığı, dünyanın emperyalist ülkeler arasındaki paylaşımının tamamlanması, tekeller arasındaki rekabeti şiddetlendirdi. Militarizm çok büyük, önemli bir ölçekte sermayeye çıkış noktası sağladı. Militarizm sadece yapay olarak Krupp, Schneider ve Cie gibi şirketlerin kâr oranlarının korunmasını sağlamakla kalmıyordu. O aynı zamanda emperyalist güçler arasında pazarların yeniden paylaşılması için bir savaş hazırlıyordu.

Kapitalizmin genlerinde yazılı olan bu savaş, büyük ve güçlü bir devrim dalgasına yol açmadan önce 1914 yılında patlak verdi. Marks’ın tarafından tanımlanan toplumsal devrim dönemi gündemdeydi.

Sosyal devrim olmadan kokuşma ve çürüme devam ediyor

Bu devrimci dalga bu broşürün konusu değil. Sadece şunu diyelim ki, Rusya’da proletarya tarafından iktidarın ele geçirilmesi, mülk sahiplerinin mallarının kamulaştırılması, ve sovyet ekonomisinin bir plan temelinde yeniden yapılandırılması, sosyalizme,ortaya konuluşundaki dramatik koşullara rağmen, Troçki’nin ifadelerine göre « onun zafer hakkını, Kapital’in sayfalarında değil, yerkürenin yüzeyinin altıda birini kapsayan bir ekonomik alanda » [Troçki – İhanete Uğrayan Devrim – Bölüm 1 – 1936] olduğunu ispatladı. Fakat proleter devrimlerinin dünyanın geri kalan kısmında başarısızlığa uğraması, Sovyetler Birliği’nin tecrit edilmesi, daha sonra ilk işçi devletinin bürokratikleşmesine yol açarak, kapitalizme yıkımından önce ek bir süre tanıdı.

Halbuki kapitalizm, devrim ve üretim araçlarının sosyalleştirilmesi için olgunlaşmanın da ötesinde bir durumdaydı. Bu sistem üretici güçleri, yapabildiği yerlerde... onları yok etmeden önce, azami düzeyde geliştirmişti. Ekonomik bakış açısıyla, kapitalizm ölüme mahkumdu. Avrupa ülkeleri savaştan zayıflamış ve çok fazla borçlanmış olarak çıkmışlardı; paraları devalüasyona uğramıştı; üretim kapasiteleri aşırı derecede azalmıştı. ABD (Amerika Birleşik Devletleri) hala ekonomik gelişme yaşıyor olsa da,
Avrupa pazarları kan kaybettiği için, ürettiği otomobiller ya da radiolar için yeterli müşteri bulamıyordu. Amerikan bankaları, oluşan artı değeri emip yok etmek için, tüketim kredileri geliştiriyorlardı. Sistemin kusurları tümüyle, değişmeden kaldı. Pazar ve sermayeyi yatırım yapma mücadelesi sürüyordu. Yeni bir kriz başlamıştı bile.

Komünist Enternasyonal’in 3. Kongresi sırasında, 1921 yılının Haziran ayında, bu ekonomik durumu analiz eden Troçki, kapitalizmin « krizlerin uzun zaman sürdüğü ve yeniden kalkınma, yükselme döneminin anlık, yüzeysel ve spekülasyonlar üzerinde temellenmiş bir biçimde olduğu » bir gerileme ve çöküş dönemine girdiğini ortaya koyuyordu. Buna rağmen yine de ayaktaydı. Burjuvazi ise iktidarını güçlendiriyordu. Troçki, birkaç hafta sonra, Moskova’daki Bolşevik militanlarının karşısında şunları açıklıyordu : « Üretici güçler tarihsel evrimin itici gücünü oluşturuyorsa da, bu evrim bununla birlikte insanların dışında gerçekleşmeyecek, insanlar tarafından gerçekleştirilecek. […] Eski efendileri tahtlarından indirecek, bilinçli, örgütlü ve güçlü yeni bir sınıf, her zaman oluşmaz […] tam olarak eski sosyal rejim yaşamını sürdürmeye hayatta kalmaya çalıştığı anda ortaya çıkar [Troçki - Yeni aşama - Dünya Ekonomik Durumu Üzerine Rapor - 19 Ağustos 1921] ». Hiçbir sistem, ne kadar modası geçmiş olursa olsun, insanların bilinçli müdahalesi olmadan devrilemez; bu belirgin durumda ise işçi sınıfının bilinçli müdahalesi olmadan ortadan kalkmaz.

Siyasi bakış açısıyla, burjuvazi, iktidarda kalmak için her şeyi yapmaya hazırdı. Trotsky, proleter devrimi tarafından ölümcül tehlike ile tehdit edilen burjuvazinin, iktidarını korumak için, « rahiplerin ve profesörlerin tatlı yumuşak vaazlarından, grevcilerin makineli tüfeklerle vurulmasına kadar olanaklı bütün yöntemleri [Troçki - Yeni Aşama - Dünya Ekonomik Durumu Üzerine Rapor - 19 Ağustos 1921] ». kullanımaya hazır olduğunu söylüyordu : Devrimci dalganın sona ermesinden sonra iktidarını henüz istikrara kavuşturmuştu ki, 1929 krizi patlak verdi. Bu kriz rekabeti şiddetlendirdi, korumacı politika alevini tetikledi, Almanya’da Nazi’lerin iktidara gelmesine neden oldu, ve yeni bir dünya savaşına doğru yürümeyi başlattı. İnsan yaratıcılığının en üst düzeyi, bilim, teknoloji, muazzam üretim kapasiteleri, bir kez daha, insanların soykırım ve bombardımanlarla, sistemli bir biçimde imha edilmesi amacıyla harekete geçirildi.

Troçki’nin 1938 yılında bu savaşın arifesinde tekrar yazmasını sağlayan şey buydu : « insanlığın üretici güçlerinin büyümesi durdu ». « Yeni icatlar ve yeni teknik ilerlemeler artık bir maddi zenginlik artışına yol açmıyor [Troçki – Geçiş Programı – 1938]. » diye belirtiyordu

Güncel kapitalizm
Üretici güçlerin yenilenmesinin kısa bir dönemi

İkinci Dünya Savaşı’nın etkileri 1929 krizinin ve Birinci Dünya Savaşı’nın etkilerine eklenince üretici güçleri ve dünyada biriken sermayeyi, hiçbir devrevi krizin asla ulaşamıyacakları oranda tahrip etti, yok etti. Artık « yaratıcı » olmayan bu yıkım, belki de 100 milyon insanın ölümüne yol açtı ve kelimenin tam anlamıyla bütünüyle bazı şehirleri ülkeleri haritadan sildi. Ancak üretici güçlerin ve imha edilen zenginliklerin bu ölçüsüz israfı, kapitalist sistemin temel kusurlarını unutturan bir dinamikle, yeniden canlanmasını sağladı.

Devletlerin himayesi altında yıkılan ülkelerin yeniden inşası, burjuvaziye bir pazar sunuyordu. Tesislerin ve altyapının modernleştirilmesi üretkenliğin kazancının artmasına yolaçtı. Bu da burjuvazinin yüksek kar oranlarına yeniden ulaşmasını sağladı. Devletlerin himayesi altında, sigorta veya emeklilik maaşları gibi hakların sosyalleştirilmesi, arttırılması – iktisatçılar işte bunu « refah devleti » olarak adlandırıyor –, Avrupalı kapitalistlerin, doğrudan ücretleri, işgücü bulma sıkıntısına rağmen, oldukça düşük düzeyde tutabilmelerini sağladı. Verimlilik kazanımlarının tüketim mallarının fiyatını düşürüyor ve ücretler giderek yavaş yavaş yeniden yükselmeye başlıyor, alım gücünün olduğu pazar yeniden genişliyor. Yeni nesiller, yavaş yavaş çamaşır makinelerine, arabalara, televizyonlara, daha konforlu lojmanlara sahip olarak, önceki nesillerden daha iyi yaşıyorlar.

Bu « Şanlı otuz » (Les Trente Glorieuses (Şanlı otuz) Gelişmiş ülkelerin büyük çoğunluğunun, 1946 ile 1975 yılları arasında yaşadığı, aşırı bir ekonomik büyümenin ve yaşam koşullarında iyileşmenin olduğu dönemi ifade ediyor. – Wikipédia) olarak bilinen bu dönem, sadece kısa bir parantez oldu. Kaçınılmaz olarak, elde hazır bulunan kullanılabilir sermayenin birikimi, yeni üretken yatırımlar düzeyinde maliyetlerin her zaman yüksek oluşu, artık sınırlarına ulaşmış olan alım gücü bulunan Pazar kâr oranını düşürdü ve 1970’li yılların krizini başlattı.

Büyük tekeller, küresel ekonominin bütün sektörlerine hakim oluyor. Bu çok uluslu şirketler ve en başta da petrol şirketleri, yatırımları dondurarak krizi önceden tahmin ettiler. Fiyatları büyük oranda arttırmak için üretimi azalttılar. Varolan tesisleri aşındırana kadar kullandılar. Bu çokuluslu şirketler, kâr oranlarını, emekçi sınıfların ve küçük kapitalistlerin sırtından geri elde ettiler. İflastan kurtuldular, ancak durgunluğa neden oldular. Sanayi üretimi, 1975 yılında bütün ülkelerde azaldı. Sanayi üretimi tekrar başladığında, bu üretim, öncekinden iki buçuk defa daha azdı. Bu yavaşlama ise işten çıkarmalara ve işsizliğin artmasına neden oldu.

Güncel kriz o dönemde başladı. İyileşmeye dönemlerine rağmen, kitlesel işsizlik 40 yıldır durmadı. En iyi yıllarda bile işsizlerin bir kısmı, güvenliği olmayan geçici işlerde çalışanlara dönüştü, diğerleri ya resmi iş ve işgücü piyasasından kesin bir biçimde silindiler ya da kendi küçük işlerini kurdular.

Emekçilerin zararına yeniden inşa edilen kâr oranı

Gelişmiş ülkelerde, 1980’li yıllarda 10 yıl boyunca çelik sanayinden otomobile, maden sanayine kadar bütün sektörlerde, iş olanaklarının yok edilmesi, işten çıkarmalar ve bunları zincirleme takip eden işten çıkarma dalgaları görüldü. Devletler, kapitalistlerin kâr oranlarını yeniden canlandırmak için birçok biçimde müdahalede bulundu. Eskimiş artık kullanılamayacak durumdaki endüstrileri yüksek fiyatlarla kamulaştırdılar. Onları, ucuz fiyatlarla özelleştirmeden önce on binlerce iş olanağını da ortadan kaldırarak, maliyetlerini topluma, kamuoyuna yükleyip yeniden yapılandırdılar. Bu, Wendel gibi eski burjuva ailelerin sermayelerini, çok daha kârlı sektörlere en küçük bir kayıp olmadan yeniden yatırımlarını sağladı. Fransa’da, sağ ve daha sonra da sol hükümetler, Saint-Gobain, Süveyş (Suez) gibi büyük şirketleri ve BNP veya Société Générale gibi bazı kamu bankalarını, kullanıma hazır sermayeye tehlikesiz kapılar açmak üzere özelleştirdi. France Télecom, Air France, Thomson, EADS, otoyol şirketleri de birkaç yıl sonra onları takip edeceklerdi.

Hükümetler bunlara paralel olarak da işçi sınıflarına karşı sosyal bir savaş yürüttüler. Kemer sıkma politikaları, ücretlerin dondurulması, emeklilik yaşının sürekli ileri tarihlere atılması, iş kanunlarının etkisizleştirilmesi, her türlü güvencesiz istihdamın yasallaştırılması,emekçilerin olan katma değer payının önemli oranda azaltılması için kullanılan olanaklar ve araçlar oldu.

Bütün istatistikler aynı gerilemeyi gösteriyor. Geçtiğimiz Haziran ayında bir OECD’in bir raporunda, « birkaç yıldan beri, birçok ülkede, ekonomik faaliyetten elde edilen gelirlerin payı, ücret biçiminde el emeğine giden de dahil geriliyor, azalıyor.» diye bir not bulunuyordu. Yakın bir geçmişte yayınlanan, önceden kendisinden alıntı yapılan bankacı Patrick Artus « Eğer ücretliler isyan ederlerse ? », adlı kitabında, kitlesel işsizlik, giderek daha da güvencesiz geçici iş olanakları, ve azalan ücretlerle « bütün tehlikelere dayanan » ücretli çalışanların yoksullaşmalarını anlatıyor. Gelişmiş ülkelerde kişisel hizmetler, restoranlar veya lojistik alanlarında yaratılan iş olanaklarının, sanayide yok edilen iş olanaklarından daha az nitelikli, daha az ücret ödenen ve daha güvencesiz ve kısa süreli olduklarını ortaya koyuyor.

1980’li yılların ortalarından itibaren, emekçilerin sömürüsü arttırılarak okullar, hastaneler, düşük maliyetli sağlık hizmetlerinde veya yaşanabilir bir emeklilik maaşından yararlanma biçimi altında halk sınıflarına geri dönen pay gibi direkt olarak ücretli kitlesi de azaltılarak, kapitalistlerin kâr oranları yeniden canlandırıldı, arttırıldı. Gerekirse, akıp giden son otuz yıl «bol ve kesintisiz akış teorisinin» aptallığını ortaya koydu. Tabii paranın aşağıdan yukarıya doğru akan garip bir özelliği olduğunu düşünülmüyorsa !

Ekonominin finansallaşması

Bu kâr oranlarının yeniden oluşturulup arttırılmasına rağmen sermayeler daha verimli kârlı yatırım olanakları aradılar. Finansa doğru yöneldiler. Bu bütün alanlara birbirini takip eden aşamalarla yayılmadan önce, Üçüncü Dünya Ülkeleri’ne tefeci yüksek faizlerle kredi, borç para vermekle başladı.

Ekonominin finanslaştırılması, 1970’lerden bu yana, dünya ekonomisini sarsan mali krizlerin her birinin ardından daha da hızlandı : Önce Wall Street’de, ardından 1987 yılında de sonra da dünyanın geri kalanında çökme ; 1989 yılında Japonya’da mali kriz ; 1997-1998 yılları arasında Asya krizi ; 1998’deki Rus krizi ; 2000-2001 yıllarında yeni ekonominin « yavaş » çöküşü ; subprime krizi (subprime : Alım gücü olmayan, daha az güvenilir kredi alıcılarına yüksek faiz oranlarıyla kredi vermek anlamına geliyor. Risk oranı daha yüksek ancak getirisi çok fazla yani daha cazip olan bu kredi biçimi, temel olarak ABD ve İngiltere’de gelişti.); daha sonra da 2007-2008 yıllarında dünya bankacılık sisteminin alt-krizleri… Resmi bir kuruluş, 1970 ve 2004 yılları arasında şunları belirtti : « Bankaların neredeyse genel olarak yeniden sermaye verilerek canlandırılmasının talep edildiği, sistemli olarak gerçekleşme niteliğine sahip 117 banka krizi... [Franzıca dökümantasyon 2004 – Mali Krizler – Robert Boyer’in raporu, Mario Dehove ve Dominique Plihon] ». Devletler, bu krizlerin her birinin ardından, Merkez Bankaları aracılığıyla, bankacılık sistemine, topal ördekleri kurtarmak, piyasaları güvence altına almak ve kapitalistleri yatırım yapmaya teşvik etmek için, kamuya ait paraları akıttılar. Şirketler, bireyler ve Devletler tarafından kredi almak için yapılan başvuru giderek daha da arttı.

Devletler, buna paralel olarak, para birimleri, tahviller, hisse sentleri, tarım yiyecek maddeleri gibi diğer hammaddeler üzerine de vadeli işlemler piyasası, vb gibi farklı mali sektörleri birbirinden ayıran mali düzenlemeleri yavaş yavaş birbiri ardına ortadan kaldırdılar. En iyi geliri amaçlayan bir «yatırımcı», 2008 krizini tetikleyen ünlü subprimes gibi pek çok yan üründen bahsedilmese de, avro hisse senetlerinden dolar bonolarına geçebilir, amerikan borçlarını veya bir gemi yükü buğday veya soya almak için Apple hisse senetlerini yeniden satabilir.

Finans sektörü, bu on yıllar boyunca, her zaman daha da karmaşık mali montajlar yapıp, daha hızlı spekülasyonlar gerçekleştirebilmeyi sağlayan algoritmalar keşfetmek için en yetenekli matematikçileri kendisine çekti. Kolera, tüberküloz ve sıtma gibi hastalıklar dünya üzerinde öldürmeye devam ederken, İnsan dehası « finans mühendisliği » olarak adlandırılanı iyileştirmek için harekete geçti.

Finans, bütün ekonomileri kemiren bir kanser haline geldi. Ekonomistler, ister onaylasınlar ya da onaylamasınlar, ekonominin bu dönüm noktasını, liberal ekonomistler tarafından ortaya sürülen IMF (Uluslararası Para Fonu’nda) veya ulusal hükümetlerin bağrında, iktidarı ele geçirecek olan bir ideolojik dönüm noktası gibi sunuyorlar. Olay ve olguları bu şekilde ifade etmek, başka bir politikanın olanaklı olduğunu iddia etmek anlamına geliyor. Bu politika, emekçilerden zorla alınan artı değer kitlesini, en iyi kar oranlarıyla yatırım yapmak isteyen kapitalistlerin bir yaşamsal isteği olduğunu maskelemek oluyor. Aslında, bu kuralsızlaştırma, engellerin kaldırılması ve liberalleşme politikası, hükümetlerinin politik renkleri, davranış biçimleri ne olursa olsun bütün devletler tarafından yürütüldü. Ve bu aynı politika, 2008 krizinden sonra da, finansı düzenleyeceklerini iddia eden Obama, Sarkozy ve Holland tarafından da sürdürüldü. Bankaların kendi öz fonlarıyla veya spekülatif fonlara katkılardan alarak spekülasyon yapmalarını yasaklayan, Avrupa için Basel’de belirlenen, ABD için Volcker adı verilen kuralların uygulanmasından, metodik bir biçimde kaçınıldı.

Ekonominin finansallaşması, 20. yüzyılın sonunda, sömürgecilik dönemi ve 19. yüzyılın sonunda emperyalizm dönemlerinden daha çok bir seçenek değil.

Merkez Bankalarının politikası

Devlet müdahaleleri, 2008 kriziyle birlikte ölçek değiştirdi. Sanayiyi desteklemek için her yere kürekle milyarlarca dolar dağıttılar. En gösterişlisi ise, biçimsel bağımsızlıklarına rağmen devletlere, herşeyden önce de sıkı sıkıya finanscılara bağımlı olan, merkez bankalarının müdahaleleri oldu.

Merkez bankaları, özel bankalara borç verdikleri faiz oranlarını % 5’den sıfıra kadar indirdiler. Bugünlerde, sadece ABD Federal Bankası FED (1913 yılında kurulan ABD Merkez Bankası), kendi yönetici faiz oranını, çok utangaç ve çekingen bir şekilde arttırmaya başladı. Özel bankalar neredeyse faizsiz borçlanıyor. Daha da iyisi, Merkez Bankaları’nın hepsi, kasalarında, tahviller, bir borçlunun borçlu olduğuna dair imzaladığı kağıtlar, çeşitli mali alt ürünler, bazı devletlerden alınan borçlara dair resmi kağıtlar, başka banlaların kuşkuyla baktıkları değersiz diye nitelendirilen senetler gibi çeşitli kağıtları bulundurdukları bahanesiyle, bir kredi, borç verme karşılığında bütün bu kağıtları kabul ettiler. Merkez Bankaları, 2008 yılındaki krizin her atağına karşı, politikalarını, bankacıların ve büyük kapitalistlerin hizmetinde biraz daha yumuşattılar... İşte « Nicel, sayısal kolaylaşma » veya « niceliksel yumuşama, esneklik » denilen politika budur . Yumuşama, esneklik, sadece bankalara değil şirketlere de kredi, borç vermek için yukarıda sayılan bono, senet gibi kağıtlardan ne olursa olsun herhangibirini kabul etmeyi içeriyor.

Bu politika 2008 yılında FED tarafından başlatıldı ve daha sonra da onu benzeri Merkez Bankaları izledi. 2010 yılındaki euro krizi sırasında, AMB (Avrupa Merkez Bankası), başta Yunanistan olmak üzere, devletlerin borç senetlerini almaya koyuldu. Bu, bankaları bütün riski topluma yükleyerek, kuşkulu riskli borçlarından kurtarmanın, onların yüklerini hafifletmenin yeni bir yoluydu. AMB, 2016 yılından beri büyük şirketlerin tahvillerini de satın alıyor. Böylece AMB, doğrudan, neredeyse ücretsiz ve karşılıksız olarak, büyük ilaç ve ecza sanayi gruplarını, havayolları şirketlerini, otomobil üreticilerini ve hatta sigorta şirketlerini finanse ediyor. Bahane ise kapitalistleri yatırım yapmaya teşvik etmek ve ekonomiyi canlandırmak olmak üzere her zaman aynı. 

Bilançolarında değersiz çok fazla hisse senedi, tahvil vb gibi kağıtları biriktiren Merkez Bankaları hassas duruma düşüp kırılgan hale geldiler. Tüm bankacılık sistemi güven temeli üzerinde kurulu. Genel güvensizlik ve kuşku, 2008 yılında banka sisteminin tamamen felce uğramasına neden olan oldu. Merkez Bankaları, çok uzun süre yumuşama, esneklik politikalarını izleyerek spekülasyonlara karşı daha zayıf, savunmasız hale geldiler. Başka bir deyişle, bir sonraki çöküş sırasında, enjekte etmeye çalışacakları nakit para önemsizleşecek ve hiçbir etkisi olmayacak. Bu, en ufak bir alternatif sunmadan « Merkez Bankalarının çılgınlığı » üzerine kitap yayınlayan bankacılara kadar herkesi endişelendiriyor

Bu sıfır faiz oranıyla kredi verme ve tahvil, hisse senedi, bono gibi mali belgelerin alımı, para basmanın modern biçimi oluyor. Böylece, Merkez Bankaları giderek daha da çok para yaratıyor. Altın standardının ortadan kalkmasından bu yana, dolaşımdaki para kitlesine, ayrıca sadece küçük bir kısmı temsil eden banka kağıt paralarına, banka hesaplarına, tasarruf hesaplarına ya da başka çeşitli tasarruf hesaplarına yatırılan bütün paralara, para piyasalarında üzerinde uzlaşma yapılabilip alınıp satılabilir senet vb gibi değerli evraklara, Devlet tarafından verilen kredileri de eklemek gerekiyor. Merkez Bankaları giderek daha fazla senet vb gibi değerli evrakları satın alarak bunları paraya çeviriyor. Para kitlesi, para arzı 10 yılda 15 trilyon dolar arttı. Bu 1990 ve 2008 yılları arasında dünya GSYİH’sının (gayri safi yurt içi hasıla ya da brüt iç üretim) % 100’ü, 1970’li yıllarda % 60’ı iken, bugün dünya GSYİH’sının %
gerçekten üretilen mallardan daha büyük hızla arttı.

Pusulayı şaşırmış, yolunu kaybetmiş bir iskanbil kağıdı falcısı gibi bütün göstergeleri inceleyen ekonomistlerin büyük şaşkınlıklarıyla birlikte bu nakit para seli enflasyona neden olmuyor. Bunun nedenlerinden biri, fabrikada üretilen ürünlerin fiyatları yeterince düşük tutularak, ücretlerin büyük zayıflığı, tüketim gibi üretimin de durgunluğu. Diğer bir çok önemli neden, Merkez Bankaları tarafından yaratılan bu para, biriminin borsaların ve finans piyasalarının yolunu tutuyor. Spekülasyonu besliyor ve kapitalistler için sınırsız kredi sağlıyor. Yatırımları teşvik etmek için piyasaya sürülen bu para, üretken ekonomiye gitmiyor. Bu, insanların yaşamları üzerinde bir çok dramatik etkiye neden olmasını engellemiyor. Hammaddelerin fiyatlarının, petrol fiyatlarından yiyecek maddelerine kadar bütün fiyatların periyodik yani devrevi olarak artması her seferinde milyonlarca insanı fakirleştiriyor veya açlığa mahkum ediyor.

Toplumun genel olarak borçlanması... ve sonuçları

Toplumun genel borcu patladı. Devletlerin, şirketlerin ve zengin ülkelerdeki hanelerin toplam borcu, 1996 yılında GSYİH’nın % 190’ından, 2016’da % 260’a yükseldi. Küresel borç, dünya savaşından çıkıştaki borçtan çok daha yüksek ! 

Tüketici kredisi uzun zamandır beri pazarı genişletme olanağını oluşturuyor. Bir taraftan işveren kapitalistler yaşamak için yetersiz ücretler ödüyorlar. Diğer taraftan, financı kapitalistler bunun bir kısmını faiz biçiminde geri alıyorlar. Bu, halk sınıflarını hapseden bir tuzak. Büyük dağıtım sistemi, ay sonlarında bütçelerde verilen açıklara rağmen, ürünlerini satmak için tefeci faiz oranlarıyla kredi kartları sistemini genelleştirdi. Bankalar ve diğer kredi kuruluşları, düşük ücretlere rağmen otomobil veya hayallerdeki evleri satın almak üzere bir kredi sunmak için yeteneklerini seferber ediyorlar. Otomobil üreticileri veya büyük dağıtım şirketleri güçlü bankacılık örgütlenmelerine dönüştüler.

Zamanla, kredi süresi uzadı, krediyi geri ödiyebilme koşulları yumuşatıldı ve giderek daha fazla insan borçlarının sonsuz geri ödemesine zincirlendi. ABD’de 20 yaşındaki çocuklar eğitimlerini finanse etmek için 40 yılı aşkın sürelerle borçlanıyor. On binlerce emekli hala öğrencilik zamanında aldıkları kredileri ödüyor. Bunun, ücret seviyesinde, kredi seviyesinde olduğundan daha uzun sürdüğü söyleniyor.

Kredinin ümitsizce kullanımı, taşınmaz gayrımenkul malların spekülasyonu ve tüm bunlara saydam olmayan finans yan ürünlerinin de katılması, bütün bunlar 2008 krizini tetikledi. Birçok bankanın iflas etmesine ve evlerinden atılan milyonlarca ailenin harap olmasına rağmen, 2013 yılından itibaren Amerikan ailelerinin borçlanmaları yeniden yükselmeye başladı. ABD hanehalkı borçlarının toplamı yeniden 2008’de ulaştığı rekor düzeyi aştı. Bankalar gayrimenkul emlak kredisi vermek konusunda daha temkinli olsalar da, otomobil kredileri konusunda kendilerini iyice bıraktılar. JP Morgan Bankası’nın bir araştırmacısının Le Figaro adlı gazetesine yaptığı açıklama şöyle : « Krizden bu yana sektörü desteklemek için çeşitli planlar yapıldı. Borçlananların durumlarına, geri ödeme kapasitelerine bakmadan, kuşkusuz kredi alımlarını biraz fazla zorladık ». Ayrıca bu otomobil kredileri de « subprimes otomobil » diye adlandırıldı. Bu krediler ise, gelecekteki dünya mali çöküşünü tetikleyecek olan en iyi adaylar oldular. 

Devletlerin kendileri, kapitalistlerin ve bankaların yardımına koşarak, borç altına girmeyi hiç bırakmadılar. Bir taraftan, ABD’de Trump’ın veya Fransa’daki Macron’un yaptıkları gibi zenginlerin ve şirketlerin milyarlarca dolar ya da avroluk vergilerini kaldırıyorlar. Diğer yandan ise, onlara çeşitli biçimler altında yardım ve sübvansiyonlar veriyorlar. Vergiler ve harçlar popüler sınıfları eziyor, ancak bankalardan büyük miktarlarda kitle halinde borç alan Devletlerin bütçelerini desteklemek, bol bol harcamalarını sağlamak için yeterli olmuyor. Tüm emperyalist devletlerin borçları, aralarındaki en güçlülerinden başlayarak zirve noktasına ulaşıyor. Ekonomik ama aynı zamanda da askeri bir güç olan ABD, uluslararası ticaretin parası olan doların istikrarını garanti ediyor. ABD piyasaya hemen hemen sınırsız bir düzeyde hazine bonoları sürebiliyor; bütün dünyadaki sermaye sahipleri ise bunları kapışıyorlar. Amerikan kamu borcu, 2018 yılında 21 trilyon dolar ile on yıl içinde iki katına çıktı.

Devletler, yürürlükteki borçlarını kapatmak için, bankacılık piyasalarından sürekli olarak yeniden borç alıyorlar. Fransa’da borç yükü, yani bankacılara sadece yıllık faizin geri ödenmesi 43 milyar avro civarında dönüyor. Ulusal eğitim bütçesine (50 milyar avro) yaklaşıyor ve ordu bütçesini aşıyor ! Kamu borcu, büyük sermayenin, kendini sıkıp üzmeden artı-değerden payını alması, üretimde sermayeleri sabitleyerek yatırım yapması için temel olanağa dönüştü. Marks, « kamu borcu, kapitalist çağa damgasını » vurduğunu ve onun « sermaye birikiminin en güçlü kaldıraçlarından biri » olduğunu daha önceden ortaya koymuştu. Kriz, Devletleri, bu kaldıracı daha önce görülmemiş oranlarda arttırmaya yöneltti. 
 
Bütün siyasi liderler bu borcun « dayanılmaz » olduğunu tekrarlayarak,
bu politikayı kölece ortaya koyuyorlar. Borç emekçilere karşı kullanılan politik bir araça dönüştü. Bu borç, kemer sıkma politikalarını, kamu hizmetlerinde açık seçik olarak yapılan kesintileri ve popüler sınıfların yapması gereken fedakarlıkları ispatlamayı ve haklı çıkarmayı sağlayan sürekli bir bahane hizmeti görüyor. 

Bu, çeşitli reformist akımları, « başka bir politika » talep etmeye kadar götürdü. Her çizgiden Souverainiste’ler (Egemenlikçiler, Avrupa Birliği’ne girmeyi reddeden gruplar) devletin özel bankalardan değil, doğrudan Merkez Bankası’ndan borç almasını istiyorlar. Ama bu para basmanın başka bir biçimi olurdu. Devletin sisteme sermaye enjekte etmesinin teknik süreci ne olursa olsun, bundan büyük burjuvazi yararlanıyor ve faturayı ise popüler sınıflar ödüyor. Çünkü Devlet tamamen kapitalistlerin hizmetinde olan bir aygıt. 

Borç kullanmak, toplumun bütün işleyişinden doğan ve şu ya da bu hükümetin seçimlerinin çok ötesinde olan, güçlü bir gereksinim. Bu yüzden, yine de, belirli akımlar gibi, kapitalistleri mülksüzleştirmeden ve onların devlet aygıtlarını yok etmeden « borcun iptalini » talep etmek içi boş bir formül anlamına geliyor. Devlet borcuna reformist bir çözüm olamaz. 

Finans, üretimde yaratılan artı değeri kendine çekiyor

Borçlar aşırı borçlu tüketicileri boğuyor ve nüfus kemer sıkma politikalarıyla kan ağlıyor. Tersine, kolay kredi ve nakit para bolluğundan tüm kapitalist sınıf yararlanıyor. Üretken ekonomide yatırımlar % 5 veya % 10’dan fazla gelir getirmezken, mali işlemler % 20 oranında randıman, gelir sağlıyor. Bu bir mucize değil, ancak ekonominin bir sektöründen diğerine geçiş sonucu doğuruyor. Söylendiği gibi, sadece insan emeği artı değer üretiyor. Finansa doğru yönelen milyarlar, üretim sırasında emekçiler tarafından üretiliyor. 

Çok düşük faiz oranları, şirketlerin, tasarruf ettikleri kendilerine ait kârlarla yeniden yatırım yapmaları yerine, kredi alarak yatırım yapmalarını sağlar. Bu, Merkez Bankaları’nın yöneticilerinin ve uzmanlarının ekonomide yolaçacağı tahribatın ve yıkımın bilincindeyken, faiz oranlarını yükseltmekte neden isteksiz olduklarını açıklıyor. Oranları yükseltmek, bir madde bağımlısını günlük dozundan yoksun bırakmaya eşittir. Bunu aniden yapmak onu öldürebilir. Bunu yapmamak da onu kesinlikle öldürecektir.

Şirketlerin tercih ettiği « yatırımlar » daha çok, önceden varolan şirketlerin devralınması biçiminde gerçekleşiyor. Şirket devralınması ve alınan şirketlerle içiçe geçmeler 4 bin milyar dolarla 2018 yılında yeniden rekor kırdı. Bu rakam 2008 çöküşünden önce ulaşılan zirveye çok yakın bir miktarı temsil ediyor. Rakip bir şirketi almak için masaya koyulan miktarlar bazan çılgınca oluyor : Bayer tarafından Monsanto’yu satın almak için 54 milyar avro; Sanofi tarafından ise, Amerikan Bioverativ’i satın almak için 10 milyar dolar harcandı… Bu yeniden satın almalar en ufak bir yeni değer yaratmadıkları gibi, şirket sahibi ödünç alınan paraları geri ödemek için, çalışanların sayısını azaltma, birleşmeyle aynı işi yapan iki kişinin doğması nedeniyle bunlardan birini işten çıkarma ve daha az karlı sektörleri tasfiye etme yöntemini kullanıyor. Böylece, emeğin genel verimliliğini iyileştirilmeksizin, sömürüyü yoğunlaştırır. İçiçe geçen şirketlerde ortaya çıkan ek kârlar, üretkenlik temelinin genişlemesi sonucunu doğurmaz. Yeni ürünlerin üretilmesini sağlayacak yeni buluşlara ve yatırımlara tekabül etmez. 

Şirketlerin, kendi hisse senedi sahiplerini ellerinde tutmak, onların hisselerinin fiyatlarını yükseltmek, spekülatif saldırılardan kaçınmak için, hisse senedi sahiplerine her zaman daha da çok pay ödemeleri gerekiyor. Alternatives économiques (Ekonomik alternatif) dergisine göre, Fransa’da şirketlerin kendi hisse sahiplerine ödediği paylar 20 yılda üç kat arttı. Artık maliyetleri düşürmek, sömürüyü arttırmak, iş olanaklarını ortadan kaldırmak yetmiyor. Şirketler, kendi hisse senedi sahiplerinden, kalanların değerlerini mekanik, otomatik olarak arttırmak için, onların hisse senetlerinin bir kısmını yok etmek üzere satın alıyorlar. 2018 yılında CAC 40 (Borsada yer alan en büyük 40 şirket) diye adlandırılan şirketlerin hisse senedi sahiplerine ödediği 57 milyar avronun, 11 milyarından fazlası, hisse senetlerini yeniden geri alma biçimindeydi. Alternatives économiques dergisinin bir formülü ele alınırsa « borsa, geniş bir, şirketler tarafından üretilen değer üzerinden alma sistemine dönüştü».

Borsanın ateşlenmesi, yükselmesi ve Gafam

Borsa, tarihsel olarak, yeni bir fabrika inşa etmek, bir kanal veya bir tünel inşatını finanse etmek için sermayeleri arttırmaya hizmet ediyordu. Kapitalistler bir hisse satın alarak, gelecekteki kârlar üzerinden hak talep etme hakkını satın alıyorlardı. Eğer söylenebilirse, girişimcilerin karşı karşıya oldukları riske de ortak oluyorlardı. Bugün Borsa temel olarak hisse senedi değişimine hizmet ediyor ve bir artı değer ile yeniden satma «olanağı» sağlıyor. Bu bir spekülasyondur. Bir şirketin hisse senetlerinin fiyatı, sermayesinin, o şirketin sahip olduğu tesislerin veya binaların, sermayesinin değerinden tamamen bağımsızlaşmış durumda bulunuyor. Böylece finans yoluyla elde edilen kâr, üretimde elde edilen kârdan daha yüksek olabiliyor. Ünlü Gafam’ın - Google, Amazon, Facebook, Apple ve Microsoft – durumu çok etkileyici. Eylül 2018’de, dünyanın borsasının en büyük güçlü sekiz sermaye artışından yedisi dijital alandaki yani internet dünyasında yer alan firmalar, sekizinci ise
sekiz piyasa değerinden yedi tanesi dijital şirketlerdi, sekizinci ise Warren Buffet’in mali yatırımlar yapan holding şirketidir. Apple, 10 yılda % 1000 artışla 1070 milyar dolarlık bir sermaye artışıyla başta geliyor; onu, 943 milyar dolarla (on yılda % 2bin 900 artış) Amazon izliyor ; daha sonra da 879 milyarla Microsoft geliyor [ Alternatives économiques dergisi tarafından verilen rakamlar – Özel Sayı, n°115 – Ekim 2018]. Eğer aynı dönemdeki Total petrol grubu ile karşılaştırılırsa, 10 yılda « sadece » % 50 oranında bir artışla, 174 milyar dolarlık bir sermaye artışı gerçekleştirdi

Bu borsada sermaye artışı büyük oranda virtüel, sanal. Gafam tarafından ortaya konulan iletişim olanakları ve teknolojilerin insanlık için temsil ettiği getiri ve katkıları tartışmaksızın, bu şirketlerin borsadaki sermaye artışlarının gerçek sermayeleri ile hiçbir ilişkisi yok. Böylece, Amazon’un borsadaki sermaye artışı, o sadece ufak bir sabit sermaye ile depolara sahipken, Arjantin veya Hollanda’nın GSYİH’sına eşdeğerde gerçekleşiyor. Google, Amazon kadar depoya bile sahip olmadan, aynı oranda borsa sermaye artışına sahip. Amazon borsada, yıllık kârının 300 katı kadar değere sahip. Bir AMF bankacısı tarafından belirtildiği gibi : « geleneksel bir şirket, 3 milyar dolarlık net bir kârla (Amazon’un 2017 yılındaki kârı) 40 ila 90 milyar dolar arasında sermaye artışı olmalıydı [Thierry Philipponnat - Thomas Chenel tarafından 5 Temmuz 2018 tarihli Business İnsider sitesinde yayınlanan bir makaleden alıntılandı] » . Amazon’un hisse sentlerini alanlar yıl sonunda verilecek olan kâr paylarını beklemiyor, amaçlamıyorlar. Onların tek amacı bu hisse sentlerini yüksek bir kârla satmak.
Önceden davranıp bu şirketlerin potansiyel gelişimleri üzerine yatırım yapıyorlar.

Bu ölçüsüz, baş döndürücü, borsa yeniden değer kazanmaları, varolan el altındaki sermaye kitlesinin çekici, üretken başka sektörlere aktarılamadığını da yansıtıyor.

Bu, büyük ölçüde virtuel, sanal olan borsa değerlerinin çok gerçek sonuçlara yol açmasını engellemiyor. Gafam’ın mali gücü, gelecekteki potansiyel rakiplerini yüksek fiyatlarla satın alarak tekeller oluşturmasını sağlar. Böylece Facebook 2014 yılında, WhatsApp’ı satın almak için 19 milyar dolar ve 2012 yılında ise Instagram’ı satınalmak için 1 milyar dolar harcadı. Ama sadece 13 çalışanı vardı…

Gafam’ın her zaman daha fazla zenginlik elde etmesini sağlayan bu küresel yani çok uluslu tekeller, ödemeli reklamlarla, topladıkları kişisel verilerin astronomik kitlesini paraya çevirerek, aynı zamanda da dünyanın her yerindeki emekçileri direkt olarak veya taşaron firmaları aracılığıyla sömürerek,
bu zenginlikleri gaspettiler.

Bu borsa sermaye artışları hızla yükseldikleri gibi hızla da düşebilirler. Borsa değerleri 2018 yılının son 3 ayında, bir kaç hafta içinde toplam olarak 11 000 milyar dolar değer kaybettiler. Bütün Gafam, 31 Aralık’ta 800 milyar dolar seviyesinin altına düştü. ABD’de Facebook, kullanıcılarının kişisel verilerini sızdırdığı için suçlanarak, borsada bir tek günde 120 milyar dolar, yani borsa değerlerinin % 20’sini kaybetti . 

Bankacıların bir atasözü ele alınırsa « ağaçlar gökyüzüne kadar uzamazlar », Gafam şirketleri gelecekteki çöküşü tetikleyecek en iyi adaylar.

Üretken yatırımların zayıflığı

Borsadaki tutuşma, endüstri ve altyapı yatırımlarının zayıflığına bağlı. Kapitalistler, sermayelerini üretime yatırarak hareketsiz kılmaktan fazla hoşnut olmuyorlar, çünkü finans aracılığıyla üretimden çok daha fazla kazanıyorlar ve kendi öz ekonomilerinin geleceğine hiçbir güvenleri bulunmuyor. Geçen Ağustos ayında (2019) Cenova köprüsünün dramatik bir biçimde çöküşü İtalyan otoyollarının durumunu ortaya koydu. Fransa veya Almanya’daki köprülerin ve yolların durumu da bundan daha iyi değil. Alman basını, yüksek debisi olan sistemin yerleştirilmesini yavaşlatan telefon şebekelerinin kapasite yetersizliğini ilan ediyor. ABD’de, harap elektrik tesisatları Kaliforniya’da trajik yangınlara neden oldu.

Önceki dönemlerle kıyaslandığında, kapitalistler daha az tesis, daha az fabrika kurdular ya da ortaya konanlarsa en küçük kapasiteli olanlardı. Üretken yatırımlar, 2008 krizinden önceki düzeylerine erişemediler. Kapitalistler kendilerine yapılan masrafları büyük oranda geri ödemiş tesisleri sonuna değin kullanıyorlar. Endüstride ekipmanların kullanım süresi 30 yılda % 1 arttı [Kaynak Fransız Merkez Bankası] .

Verimli yatırımların zayıflığı yeni birşey değil. Bu durum, zaten 2008 çöküşünden önce de bulunuyordu. Dünya GSYİH’sının evrimiyle karşılaştırılırsa : 1961 ile 1973 yılları arasında ortalama olarak yılda % 5,5 artarken 1973 ile 2000 yılları arasında sadece % 3,1, 2000 ve 2017 yılları arasında ise sadece % 2,9 arttı [Dünya Bankası]. Ne kadar sindirilemez olurlarsa olsunlar bütün bu rakamlar aynı tabloyu ortaya koyuyorlar : üretici güçler giderek daha da yavaş ve az gelişiyorlar.

Hatta Sovyetler Birliği’nin dağılması, orta ve doğu Avrupa’nın yeniden batının etki alanına girmesi ve 1990 yılından itibaren doğu ve batı Almanya’nın yeniden birleşmesi bile yatırımları arttırmadı. Bu ülkelerde, Carrefour, Auchan ve diğer Lidl gibi şirketler tarafından satılan mallar arttı. Ancak yatırımlar, yaşamı sürdürecek düzeyde az yapıldı. Batılı sanayiciler, fabrikaları tasfiye etmek ve onların yerine kendi montaj hatlarını yerleştirmek için yerel markaların şirketlerini satın aldılar.Durgunluğun ortasında gerçekleşen bu yeniden bütünleşme, kapitalist ekonominin büyümesini yeniden canlandırmadı, harekete geçirmedi. Örneğin, Avrupa sermayelerinin Çarlık Rusyası’na yatırım yaptıkları dönem olan, 20. yüzyılın başlangıcındaki dönemle kıyaslanabilecek düzeyde ona yeni bir nefes vermedi, canlandırmadı.

Clinton ve Obama’nın eski bakanı ve eski danışmanı, FED’in talihsiz başkan adayı Larry Summers gibi burjuva ekonomistler, bu uzun süreli ekonomik bunalım ve çöküş dönemini yüzyıldan da fazla, çok eski bir durgunluk dönemi olarak özetliyor. Kapitalist üretim biçiminin geleceği sözkonusu olduğunda, devrimciler yegane kötümserler olmaktan çok uzaklar !

Emeğin verimliliğinin azalması

Yatırımlardaki yavaşlama, emeğin genel üretkenliğindeki ilerlemenin yavaşlaması olarak ortaya çıkar. Zamanla, teknik ilerleme, üretim sürecindeki gelişme ve makineleşme çok büyük verimlilik kazanımları sağladı. Örneğin, bir çamaşır makinesi veya buzdolabı üretmek için 50 saatin gerektiği yerde, şimdi artık iki saat yeterli oluyor.

Eğer verimlilik iyileşmeye ve artmaya devam ederse, bu sömürüyü arttırmaktan çok, yeni, daha verimli teknolojiler uygularak gerçekleşecek. Bugün 1 otomobil üretmek için, 1980’li yılların başlarına göre, 4 defa daha az işçi gerekiyor. Bu verimlilik artışlarının bir kısmı makinalaşma, otomatizasyon ve robot kullanımı sonucunu doğuruyor. Bunlar stokların üretimi arttırmak için azaltılması, yalın yönetim, bütün işler üzerinde zamana göre iş üretkenliğinin (ergonomi) hesaplaması, dinlenme sürelerinin azaltılması gibi sonuçlar doğuruyor. Renault otomobil fabrikasında, her jesti daha da üretken kılmak için, 1 dakika 60 saniyeye değil 100 saniyeye bölünüyor. Belirli aşamalarda yüksek performanslı robotlar varsa da, birçok zor işler insan kaynakları bürolorı tarafından gönderilen geçici işçiler veya gerçek ücretten daha az ücretlerle çalışan taşaron firma işçileri tarafından yapılıyor.

Bütün resmi araştırma çalışmaları, emeğin verimliliğinin kazanımlarındaki azalmayı tespit ediyorlar. Gelişmiş ülkelerdeki üretkenlik 1950 ile 1973 yılları arasında yılda ortalama % 4 artarken, 1973 ile 2003 yılları arasında % 2 arttı, bugün ise artık bu artış % 1’i geçmiyor [Fransa Stratejisi tarafından verilen rakamlar] . Hatta Avrupa’da sıfıra bile eşit olabilir. Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü, geçen Haziran ayında (2019) ayında yayınladığı bir notta alarm zillerini çalarak çöyle bir uyarıda bulundu :
« Emeğin üretkenliğinin çok yavaş cansız bir biçimde artışı tüm dünyanın gelişmiş ekonomilerine zarar vermeye devam ediyor ve yaşam düzeylerindeki iyileşmeyi tehlikeye atabilir. » Aynı not, « yaratılan işler daha az üretkenliğe sahip, daha az ücret ödenen dolayısıyla da talebe fazla katkısı olmayan işlerdir. » bilgisini içeriyordu. Krizle birlikte, daha az ücretlerle, daha çok güvencesiz ve geçici işlerde çalışan dolayısıyla da daha az tüketen, daha az aktif emekçi bulunuyor. Ve kapitalistler, alım gücünün varolduğu, genişleyen bir pazar perspektifi olmaksızın yatırım yapmak istemiyorlar. Kapitalizm böylesi bir kısır döngü içinde sıkışıp kalmış bulunuyor.

Marks , « üretkenliğin, verimliliğin önünde engel teşkil eden kapitalist üretim sisteminin yeni çelişkisini […]» daha önceden ortaya koymuştu [Marks- Kapital – III. Kitap - bölüm 15]. Kapitalistlerin yatırım yapmaktan kuşku duyup çekinmeleri iki biçim alıyor. Birincisi, bir kapitalist, çok düşük ücretli bir işçinin yaptığı işi yapan mükemmelleştirilmiş bir makineye yatırım yapmaz. Bir yatırım yapmanın ikinci koşulu ise, elde edilen üretkenlik kazanımlarının, yatırımları kârlı kılmak için her malın üretim süresini ve ayrıca da fiyatını yeterince düşürmesi biçiminde gerçekleşiyor.

Zamanla, bazı malların değeri öyle bir düzeye iniyor ki onları üreterek ortaya çıkan artı değer artık kapitalistlerin ilgilenmesi için yeterli düzeyde gerçekleşmiyor. Bir üretim döngüsü sona erdiğinde ve yeniden yatırım yapmak zorunlu ve kaçınılmaz olduğunda, kapitalistler bunu yapmaktan kaçınıyorlar. Bazen üretim, daha düşük kar oranıyla tatmin olabilen, daha zayıf kapitalistlere aktarılıyor. Büyük kimyasal veya tıp ve ecza sanayi grupları, bütün bir üretim bölümünü, taşaron firmalara satıyor ve kendileri en kârlı alanlar üzerinde odaklanıyorlar. Diğer bazı kereler ise, buna bazı ilaçlar da dahil, nufüs için yararlı üretimler tamamen terkediliyor.

İnsanlık için bir ilerleme olması gereken, yararlı malları üretmek için daha az sosyal zaman harcanmasıdır, ancak kapitalistler için, kârlarını arttırmayı sağlayan herşey ilerleme olarak kabul ediliyor.

Yapay zeka işin sonu mu ?  

İşsizlik ve sanayiden daha çok hizmet sektöründe giderek daha da fazla kötü ücretler ödenen işlerin yaratılmasına, üretimde robot ya da yapay zeka kullanımının neden olduğu biçiminde açıklamalarda bulunmak moda oldu. Bunlar, Benoît Hamon’un (Bakanlık ve Avrupa Parlementosu milletvekilliği yapmış sosyalist partili fransız politikacı) 2017 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçim kampanyası sırasında «evrensel geliri» savunması için kullandığı kanıtlar oldu. Onun «evrensel geliri» sadece, İtalya’daki Beş Yıldız hareketinin «vatandaşlık geliri» gibi, emek pazarından kesin olarak dışlanmış olan herkese ödenen bir sadaka anlamına geliyor. Ayrıca dayanışma denilen bütçeler üzerinden alınan bu sadaka, tüm işçilerin ertelenmiş maaşları üzerinden de alınmış oluyor.

« İşin sonu » veya « genelleşmiş otomatikleşme » diye açıklanan tahminler yeni değil. Böylesi etüdler, kapitalist ekonominin milyonlarca emekçiyi gittikçe kitlesel işsizliğe gömdüğü 50 yıldan beridir gelişerek arttı.
Bu araştırma çalışmaları bütünüyle fantazi olmasalar bile temel olanı gözden kaçırılıyorlar : iş olanaklarının ortadan kalkmasının temel nedeni, üretimde robot kullanımının artması değil, durgunlaşmış ve kriz içinde olan bir ekonomide sömürünün ağırlaşması ve artması olarak ortaya çıkıyor.

Üretim sürecini azaltmak için üretime daha büyük çapta ve daha hızlı üretim yapmayı sağlayan makineleri sokmak - robotlar daha mükemmelleştirilmiş makineler - kapitalizmi en başından beri nitelendiren bir özelliktir. Bu durum emekçiler için her dönemde, ağrılı ve sancılı oldu. Bazıları işsizliğe atılıyor, yeni tesislerin işletilmesi için işe alınanlar ise öncekilerden daha çok sömürülüyor. Sistem genişlediği ve geliştiği sürece,artık sürelerini doldurmuş işlerde çalışanlar - ya da en azından onların çocukları – kendilerini yeni sanayilerde işe alınmış olarak buluyorlar. Schumpeter’in ünlü « yaratıcı yıkımı » budur . Ancak ekonomi durgunlaştığında ne işten çıkarılan işçiler, nede onalrın çocukları yeni bir iş bulamıyorlar. 

Ayrıca, robotların gerisindeki, emekçilerin sömürüsünü daha ağırlaşıp kötüleştiğini görmemek için aşırı sosyal körlük gerekiyor. Tersine kapitalistler, robotların zor işleri yapmak üzere kitle halinde üretime sokuldukları yerlerde, bunu yapmıyorlar çünkü, ücretler çok düşük ve alım gücünün bulunduğu pazarlar genişlemiyor. Kapitalizm, her zaman, insanoğlunun en kötü sömürüsü ile olağanüstü teknolojik yaratıcılığının birleşimi oluyor.

Çin, küresel büyümenin motoru mu? 

Bize, bu korkunç tablonun sadece eski sanayileşmiş ülkeler için geçerli olduğu söylenecek. Yatırımlar, fabrikaların inşası, burada kaybedilen verimlilik kazanımları, Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika gibi gelişmekte olan ülkelere, yani ünlü BRICS’e (İngilizce : Brazil, Russia, India, China, South Africa 5 ülke başharfleriyle yapılan kısaltma. 2011 yılından beri her yıl toplanan gelişmekte olan ülkeler) transfer edilmedi mi? Özellikle de Çin küresel büyümenin motoru değil mi? 

Çin’in 1980’li yılların başından itibaren başlayan kapitalist pazarla yeniden bütünleşmesinin, dünya ekonomisinin evrimi, gelişmesi üzerine kuşkusuz yansıması oldu. Çin, küreselleşmenin 1995-2008 yılları arasında yaşadığı hızlanma evresi boyunca, dünyada üretilen oyuncakların veya dijital fotoğraf makinelerinin üçte ikisini, bilgisayarların ve telefonların yarısını, elektrikli ev eşyalarının üçte birini üretiyordu. Dünyanın atölyesi haline dönüştü. Çinli veya Tayvanlı taşeron firmalar, Nike için ayakkabı üretmek veya Apple, Nokia veya Samsung için bilgisayar ve akıllı telefonlar monte etmek için işçileri sömürdü. Bu mallar herşeyden önce, Batı pazarlarına ihraç edilmek üzere üretiliyordu. Çok düşük maliyetlerle ve çok az katma değerle üretiliyorlardı ve hala da üretiliyorlar.

Foxconn tarafından Çin’de monte edilen iPhone, yüksek katma değerli bir teknolojik mücevher olsa da, bu telefonun bilgi işlem parçası veya GPS alıcısı gibi en pahalı ve en karmaşık kısımları ABD ve Almanya’da üretiliyor. Apple, kârını en üst düzeye çıkarmak için uluslararası iş bölümünü maksimum düzeye çıkardı. Çin’de üretilen artı değerin paylaşımında, batılı kapitalistler aslan payını alıyorlar.

Çin, bazı bölgeleri bütünüyle az gelişmiş durumda bırakılmış fakir bir ülke olmaya devam ediyor. Çin Tarım Bankası’nın eski ekonomi şefi, kısa süre önce Le Monde’a (Fransız Dünya gazetesi) şunları açıkladı : « Yaşadığım köy olan Hubei’de hala ne modern tuvalet, ne de duş var; sağlık veya eğitime olanaklarına erişmek de hala çok zor. Dünya Bankası istatistiklerini unutun; bir ülkenin gelişip kalkınmasının tek ölçütü köylerde yaşam [ 22 Ocak 2019 tarihli, Le Monde gazetesi] ». Çin’deki 1,3 milyar nüfusun birçoğu hala, az gelişmiş bölgelerde hayatta kalmaya yaşamaya çalışan veya sanayi merkezlerine göç edip devasa atölyelerde sömürülen emekçilerin saflarına katılıp onların sayılarını giderek daha arttıran köylülerden oluşuyor. 

Çin’in gelişimi, kuşkusuz Çin devletinin gölgesinde refaha ulaşan kızıl milyarderlerden başka bir de küçük bir burjuvaziyi ortaya çıkardı. Sayıları100 veya 150 milyona ulaşan bu küçük burjuvaların yaşam düzeyleri gelişmiş ülkelerdekine yakındır. Batılı kapitalistler bu küçük burjuvaziye yönelik otomobil üretmek için fabrikalar inşa ettiler. Diğerleri, altyapıyı geliştirmek için, Çin devleti tarafından satın alınan uçaklar ve trenler üretti. Ülkenin sanayileşmesi, çelik, petrol ve bunlara benzer birçok hammadde üreticisi çok uluslu şirketlere yol açtı. Çin bu bakış açısıyla, küresel büyümeye yön verdi.

Ancak Çin’in kapitalist ekonomiye bu yeniden entegre olması, ne çelişkileri yok ediyor, ne de onun genel eğilimlerini engelliyor. Çin 2008 krizinden kaçamadı. Durgunluk ve gerileme, Çin ihracatının düşmesine neden oldu. Çin hükümeti, bunu telafi etmek için, havaalanları, liman tesisleri, yollar, binalar ve hatta bütünüyle şehirler inşa etmek için binlerce milyar dolar harcadı. Nüfusun ihtiyaçları ile ilgisi olmayan bu çok fazla yatırım, hammadde ithalatında olduğu gibi, Çin’in büyüme oranını yapay olarak arttırıyor. Çinli ve Batılı şirketlere bir pazar sunuyorlar. Ancak hızlı biçimde bir aşırı üretime neden olur. Çok fazla çelik, çok fazla beton üreten dev fabrikalar, kapatmak zorunda kaldı; tümüyle yeni tersaneler pasa teslim edildiler, pas içinde kaldılar; büyük yeni şehirler hayalet şehirler olarak kaldılar. Başka yerlerde olduğu gibi Çin’de de, üretici güçler geliştikleri zaman, bu işçi sınıflarının ihtiyaçlarını karşılamak için olmuyor. Bu ise spekülatörleri, sanayicileri ve bankacıları zenginleştiriyor. Ve sonuç olarak, bütün bunlar büyük bir ziyan etme içinde, onları çürümeye bırakmak için yapılıyor. Kapitalistler, silah üretmedikleri zaman bile, insanlığa yararlı mallar üretmezler. 

Çin Devleti, batılı bütün benzerleri gibi yeniden canlandırma planları çerçevesindeki projelerini kredi kullanarak finanse etti. Çin Devleti’nin borçları, bölgelerin borçları gibi bütün rekorları kırıyor [Kamu borcu GSYİH’nın % 277’sini temsil ediyor]. Bütün bunların faturasını Çin halk sınıfları, vergi, enflasyon veya şirketlerin iflasları biçiminde ödeyecek, bütün bunları da kitlesel işsizlik izleyecek. Çin finans kanserinden kaçamaz, kurtulamaz.

Çin’in Devlet himayesinde göreli olarak gelişmesi, bazı Çinli sanayi gruplarının yükselmesini sağladı. Bu grupların hiçbiri Amerikan çok uluslu şirketlerle aşık atamasalar bile, bazıları Batılı firmaların rakipleri gibi görünebiliyorlar. Huawai veya ZTE’nin Amerikan pazarına girmesi sırasında ortaya çıkan engeller bunu gösteriyor. Rekabet öylesine yoğun ki, ayrıcalıklı sınıflardan oluşan Çin iç pazarı çok sınırlı ve artık genişleyemiyor. Bu bir Donald Trump’ın korumacı duruşlarını tavırlarını açıklıyor. Herşeyden önce tavırlar sözkonusu olunca, dünya ekonomisinin genel durgunluğu ve spekülatörlerin ateşliliği, heyecanı öyle ki, politikacılar tarafından seçim kaygısıyla ortaya konan açıklamaların ekonomik sonuç ve yankıları bulunuyor. Bunlar spekülatif saldırıları ve ticari yaşamda gerçek yavaşlamayı tetikliyor. Les échos (Yankılar) gazetesi, 20 Şubat günü, « Uluslararası ticaret, gerginlikler ve ekonomik yavaşlama tarafından tehdit ediliyor » diye yazarak bir alarm veriyordu. Aynı gazete, « Çin motorunun sonu » olduğundan kaygı duyuyordu. 

Bilgisayar, bilişim teknolojisi, yeni bir sanayi devrimi mi ? 

Ancak biz hala, otuz yıllık bir dijital devrim süresi yaşandıktan sonra, bilgisayar sosyal yaşamın bütün alanlarına nüfuz etmişken, yerkürenin her yerinde iletişimi kolaylaştıran ve hızlandıran internet hizmeti hazır bulunurken, verimlilik kazanımlarının zayıflığından nasıl sözedilebilir? diyeceğiz.

1987 yılında bilişim, bilgisayar bilmi (micro informatik) konusundaki çelişkiyi ilk olarak tespit eden kişi, Amerikalı iktisatçı Robert Solow oldu : «üretkenlik, verimlilik göstergeleri dışında her yerde bilgisayar görüyoruz ».
Bununla birlikte, genel üretkenlik, özellikle de ABD’de, 1994-1995 yılları arasında, İnternet Devrimi olarak bilinen dönemde, artış eğilimi yaşadı. Üretkenlik kazanımlarındaki bu ilerleme, 2000’li yılların başlarında İnternet balonunun patlamasıyla belirli bir zaman durdu, daha sonra yeniden başlayıp
2008 yılına kadar sürdü. Ancak şiddetli bir mali kriz onu yeniden kesintiye uğrattı, durdurdu. 

Bilgisayarlar, dijital sistem, internet ve telekomünikasyondaki çok sayıda gelişme, tabii ki sadece insanları akıllı telefonlarına bağımlı hale gelmesini sağlamadı, onların günlük yaşamını değiştirip dönüştürdü ! Ofislerde ve fabrikalardaki çalışma yöntemlerinin örgütlenmesini değiştirdi. Sorun bu değil. 

Ayrıca, bu « teknolojik devrim », küreselleşmenin 1995 ile 2008 yılları arasındaki yeniden canlanmasının dinçleşmesinin şartıydı. Eğer Apple ve diğer pek benzeri şirket mallarının montajını Çin’e taşıyabildilerse, bütün dünyada her yerde bileşenlerinin taşaron firmalarını bu derecede her yere yayabildilerse, bu deniz taşımacılığının maliyetlerindeki düşüşten ve bilgi iletişimindeki ilerlemelerden kaynaklanıyor. Bu teknolojik devrim, Çin endüstrisindeki patlama ile birleştiğinde, 2008 krizinden önceki on yıl boyunca küresel büyüme üzerinde etkili oldu.

Ancak bu büyüme ve yenilik dönemi, savaş sonrası döneminden sonra onlarca yıl süren döneme göre, neredeyse on yıldan fazla bile sürmedi. Ayrıca, bu iki dönemin büyüme oranları aynı düzeyde gerçekleşmedi. Bilgisayarın, bilişim sektörünün gelişip yaygınlaşması, genelleşmesi, 19. yüzyıldaki birinci veya 20. yüzyılın başındaki ikinci sanayi devrimleriyle
karşılaştırılabilecek yeni bir üretici güçlerin kitlesel olarak gelişmesi evresini sağlamadı. Bir akademisyen, geçmişten miras alınan durgunluk konusuna yer veren, yakın geçmişte yayınlanan bir makalede şunları belirtiyordu : «Tartışmasız bir biçimde, buhar motoru, elektrik, kanalizasyon sistemleri, tıbbi keşifler, fizikokimyasal bilimlerindeki ilerlemeler gibi buluşlar insanların yaşamında bir alt üst oluş, bir sarsıntı yarattı. Bu durum, bilgisayarlaştırma, üretim ve yaşamda robotların kullanımı, elektronik gibi yeni gelişme ve yeniliklerde çok daha az sözkonusu […] Bunların ekonomiler üzerindeki etkileri, önceki keşifler ve yenilikler kadar gösterişli ve gözalıcı olmadı. [Gilles Dufrénot – Önceden Miras Alınan Durgunluk, Gelişmiş Ülkeler İçin Ortaya Konan Bahis Nedir ? - 28 Mayıs 2018 - Lyon’un ENS’inin SES sitesinde yayınlandı]». Bu tespit, üretkenlik kazanımlarının, üretici güçlerin gelişimi gibi zamanla azaldığı ortaya koyuyor.

Gözler önüne serildiğinde bu dijital teknolojiler, isyan ettirici bir israfı sergiliyor. Böylece, bilgisayar, bilişim, coğrafik yer belirleme ve dünyayı bir baştan bir başa dolanan büyük kapasiteli konteyner gemileri, Amazon’un bütün dünyaya koli dağıtmasını sağlıyor. Ancak kâr mantığı, aynı Amazon’u ve ona şal ve malzeme tedarik eden şirketleri, depolama maliyetlerini ödememek için yeni malları, hatta bazan çok pahalı olanlar da dahil yok etmeye itiyor. Değerli teknolojik mallar, proglanmış eskime zamanlarıyla, o tarih geldiğinde iradi olarak yok ediliyor. Rekabet ve planlamanın eksikliği, birbirinin benzeri aynı ürünleri taşıyan kamyon sürülerini yollara döküyor. 1938’de Troçki’nin söylediği gibi :
« Yeni teknik ilerlemeler artık maddi zenginliklerin artmasına yol açmıyor ».

Bir çıkmazdan çıkabilmenin tek yolu sosyal devrim
Üretici güçler sosyalizm için olgunluğun da ötesinde...

Kapitalist ekonomide üretkenliğin kazanımlarının azalması,
işsizlik, ücretlerdeki azalma ve de mali işlerdeki artış, finansallaşma olarak ortaya çıkar. Bu yavaşlama insanlık için bir sorun olmamalı. Bu, üretkenliğin ddaha önceden yüksek bir seviyeye ulaştığı anlamına geliyor. Mevcut üretici güçler, daha şimdiden öylesine gelişmiş durumda ki, 8, 9 veya 10 milyar insanın ihtiyaçlarını gidermek için fazlasıyla yeterli olabilir. Kapitalizm güçlü bir büyüme olmadan işleyemezse de, insanlığın, ne bir eksik, ne bir fazla bütün üyelerinin gereksinimlerini karşılamaktan başka bir amacı bulunmuyor. Bu ihtiyaçlar sınırlı olmamalı. Sürekli olarak yenileniyor ve gelişiyorlar. Ama onları sonsuza dek arttırmak için de bir neden bulunmuyor. Birikmiş sermaye, doğal kaynaklar, iklim veya toprak gibi varolan üretim araçları söz konusu : Marks’ın bir ifadesi ele alınırsa « gelecek nesillere iyileştirilmiş mallar bırakmak için onları iyi bir baba gibi yönetmelisiniz ».

İnsan toplumları tarihinde ilk defa, sosyal artı ürün öylesine büyüktür ki, ayrıcalıklı sınıf tarafından kapılmadan önce herkese hizmet edebilir. Üretici güçler tarafından ulaşılan zirve, her kişinin herkesin ihtiyaçlarını tatmin etmek için kendisinin zamanından vermesi gereken ortalama iş zamanını (ki bu zamana « sosyal olarak gerekli çalışma zamanı » adı veriliyor) hatırı sayılır ölçüde azaltmayı sağlayabilir. Bu süreyi ayda birkaç saat gibi minimum düzeye indirmek için, yaşları veya yetenekleri ne olursa olsun her kişinin bu süreçte yer almasını sağlamak gerekiyor. Bu, sömürülenlerin bir kısmının, diğer bir kısmı yoksulluktan ölürken ya da işsiz kalarak veya güvenliği olmayan geçici işlerde çalışarak hayatlarını sürdürmeye çalışırken, işyerlerinde sağlıklarını yitirmekten kaçınmalarını sağlayacak. Bu, kültüre, bilimlere ve sanata, aynı zamanda da Paul Lafargue tarafından iddia edilen «tembellik hakkı»na ulaşmanın sadece, devasa bir çoğunluğun aşırı çalışmasından yararlanan mini mimmacık bir azınlığın ayrıcalığı olmamasını da sağlayacak. Marks « Serbest zaman zenginliğin ölçüsüne dönüşmelidir » diyordu. Ona göre, işgünü saatinin azaltılması, insanoğlunun refaha ulaşıp gelişip serpilmesi için gerekli bir koşuldu.

Bu, varolan bütün üretim araçlarının, rasyonel yani mantıklı ve planlı bir şekilde ortaya konup kullanılmasını gerektiriyor. Gereksinimleri belirlemek, üretimi, nakliyeyi ve dağıtımı yönetmek için gerekli bütün araçlar daha önceden de vardı. Onlar zaten bütün ülkeye dağılmış durumda. Apple, Amazon, Google ve ayrıca Total, Michelin, Warren Buffet veya JP Morgan şirketleri sayım, tahmin, örgütleme ve mükemmelleştirilmiş rasyonalizasyon araçlarını tüm ülkeye yayılmış bir biçimde kullanıyorlar. Bu araçlar, Steve Job veya Bill Gates gibi insanların kişisel dehası sayesinde tasarlanmış ve geliştirilmiş değiller. Onlar, geçmiş nesillerin çalışmalarının yarattığı birikim, uluslararası işbölümü, ve zengin ülkelerin kamu araştırma bütçeleri sayesinde ve insanlığın ortak malı olan bütün bilimsel keşifler sayesinde tasarlandı ve geliştirildi.

Bütün bu araç gereç ve olanakların, sadece ve öncelikle artı değer üreten, sonsuza dek dünyayı tahrip ve yok ederek sermaye üreten makineler olmayı bırakmaları için, onları kollektifleştirmek gerekiyor. Nesiller boyunca bütün dünya emekçileri tarafından, yaratılan zenginliklerin çalma, gasp ve sömürü ile yaratılan bu büyük tekellerin sahiplerini mülksüzleştirmek, mallarına el koymak gerekiyor.

Bu, ne seçimlerle, ne iktidardaki siyasi ekipleri ne de kurum ve kuruluşları değiştirerek gerçekleştirilebilir. İktidarı, sosyal yaşamı siyasi lider ve yöneticilerden çok daha sıkı kontrol eden bu kapitalist azınlıktan koparıp almak için bir toplumsal, sosyal devrim gerekiyor. « İnsanların mallarına el koyanların mallarına en konulması », kamulaştırılması gerekiyor. Marks, Engels ve de onları izleyen devrimcilerin amacı, bu toplumsal, sosyal devrimi hazırlamak, ve de aynı zamanda bütün bir toplumu ve ekonomik makineyı döndüren sömürülenlerin bütün bunların başına geçmelerini sağlamaktı.

Sınıf bilincini yeniden yaratmak, devrimci partileri yeniden inşa etmek

Troçki, 1938 yılında Geçiş Programı’nın girişinde : « Proleter devriminin ekonomik önkoşulları, kapitalizm altında ulaşabileceği en yüksek noktaya çok daha uzun zaman önce ulaşmış bulunuyor» diye yazıyordu. Troçki devrimci inançlarını, kapitalizmin bütün çelişkileri tarafından daha önceden tetiklenen Birinci Dünya Savaşı’ndan çok önce kazanıp güçlendirmişti;
bu modası geçmiş sosyal rejimi neredeyse az daha alaşağı edip ortadan kaldıracak devrimci dalgaya yönetici, lider olarak katılmıştı; kaçınılmaz acımasız bir biçimde II. Dünya Savaşı’na doğru yürüyüşü izlemişti ve neden bahsettiğini çok iyi biliyordu. Stalin tarafından mahkum edileceğini bilen Troçki’nin emeli ve tutkusu, « II. ve III. Enternasyonal liderlerinin başlarının üzerinden geçerek (yani onların politikalarının dışında, bundan uzak -ÇN-) yeni nesil devrimci bir yöntem sağlamak » dı. 

Troçki, Marks’dan Lenin’e kadar, komünist militanların birbirini izleyen nesilleri tarafından bırakılan politik sermayeyi iletmeyi başardı. Ancak bu, sömürge ülkeler gibi, emperyalist metropollerde de, burjuva milliyetçilerin, stalincilerin veya sosyal demokrat şeflerin sömürülenler üzerindeki etkisini koparıp atmak için yeterli olmadı. Burjuvazi, siyasal iktidarını korumayı, toplum üzerindeki hakimiyetini ve üretim araçları üzerine el koymasını güçlendirmeyi başardı.

Ancak Troçki tarafından dile getirilen bütün sorunlar devam ediyor. İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin üzerinden neredeyse 75 yıl geçmiş olsa bile, kapitalist sistem 50 yıllık kriz yaşamış olacak. Bir kere daha, bu sistemin uzmanlarının ve aydınlarının endişelerini ifade ettikleri gibi, « Burjuvazinin kendisi hiç bir çıkış yolu görmüyor [Troçki - Geçiş Programı - 1938] ». Şimdiden gelecekteki bir dünya savaşına yol açacak hiçbir mekanizma harekete geçirilmemiş olsa bile, savaş dünyanın bazı bölgelerinin bütününü tahrip ediyor.

Kapitalist ekonominin derin krizi, sınıf mücadelesini şiddetlendiriyor. Emekçiler dışındaki diğer kategoriler, büyük sermaye yasasına tabi oluyor. Küçük burjuvazinin çeşitli tabakaları, yaşam düzeylerinin giderek daha da azaldığını, sosyal durumlarının tehdit edildiğini görüyorlar. Kriz, ABD, İtalya, Macaristan, İngiltere’deki Brexit, ya da iktidardaki ekiplerin hızlanan aşınmalarıyla Fransa’da, Avrupa Birliği’ne karşı ve yabancı düşmanı demagogların iktidara gelmelerinin gösterdiği gibi, bütün ülkelerde siyasi yankı buluyor. Buna karşı, kendilerini seçtirmek için rekabet içinde olan bu partilerin küçük siyaset hesapları, çelişkileri daha da ağırlaştırıyor, arttırıyor.

Kriz durmayacak. İster liberaller, küreselleşme yanlıları, isterse Avrupa Birliği’ne karşı çıkanlar veya korumacılık savunucuları olsun iktidardaki siyasi yöneticiler, zenginlikleri, artı değerin her zaman daha büyük bir kısmını elerinde yoğunlaştıran, büyük kapitalistlerin küçük çekirdeğine doğru çekmek, aktarmak için emekçilerin haklarını ortadan kaldırmaya devam edecekler. İster Avrupa Birliği şampiyonu Macron ya da isterse onu kötülemeyi bırakmayan sürekli aşağılayan Macaristan Başbakanı Viktor Orban olsun, her biri de kendi ülkelerinde işçi karşıtı bir politika uyguluyorlar. Artık sosyal diyalog yanılsamasına hiç bir şekilde yer yok. Burjuvazinin emekçilerin hakkına düşen payı daha da azaltmaktan başka bir seçeneği kalmıyor.

Şu anda bir sonraki mali çöküşü hangi talihsiz kararın tetikleyeceği bilinmiyor ancak, bu krizin bir öncekinden daha kötü olacağını kesin olarak biliyoruz. Devletlerin onu durdurmak için mühimmat bulup bulamayacakları hala belirsiz ve bilinmiyor. Bir ekonomistin 2008 krizi ve çöküşüyle ilgili olarak aptalca söylediği gibi, kapitalizm için şimdiye kadar olan çöküşlerin hiç biri ölümcül olmadıysa da, hepsi de toplum için gittikçe daha da dramatik bir biçimde gerçekleşiyor.
toplum için gittikçe daha dramatiktirler. Her biri sistemin bozulup dağılmasını daha da hızlandırıyor.

Bu çıkmazdan çıkmanın tek yolu olarak, işçi sınıfının kollektif çıkarlarının bilinciyle ve bütün bir toplumun işleyişini sağlayan, bu nedenle de sahip olduğu hayallere sığmayacak büyüklükteki gücün bilinciyle yeniden ilişki, bağ kurmak gerekiyor. Geçiş Programı döneminden itibaren, proletaryanın dijital ve sosyal ağırlığı arttı. Yüz milyonlarca emekçi, çalıştıkları şirketlerde, şehirlerde, ekonomik sektörlerde, sınırlarda,
bütün malların üretimi ve dağıtımı tarafından aralarında bağlar kurulmuş bir biçimde bir araya geldi. Onlar için eksik olan, ortak çıkarlarla aynı sınıfı, toplumu kapitalist sınıftan çok daha iyi bir biçimde yönetmeye yetenekli meşru bir sosyal sınıfı oluşturmak bilinci.

Hangi şu veya bu ülkede, hangi önlemin, hangi alçaklığın, savunma mücadelesini veya en derin büyük isyanları tetikleyeceği bilinmiyor. Günlük sömürü ve krizin yoğunlaşması bunu tetiklemekten geri kalmayacaklar. Ancak bu kollektif mücadelelerin bir sınıf bilincinin doğmasına bulunması için; azami sayıdaki ülkede, deneyimli, zorluklara alışmış işçi militanları ortaya çıkarması için; bu mücadelelerin, emekçilerin, burjuvazi ile onun iktidarına karşı çıkmak ve karşı koymak üzere kararlı politik güçlere dönüşümelerinde bir evre olmaları için sosyalist ve komünist işçi hareketinden miras edinilen « devrimci yöntemleri » anlamaya, diğer insanlara ve nesillere geçirmeye, yaymaya çalışmamız gerekiyor.


Ana sayfa | İletişim | Site planı | |

Site yaşamını izle tr  Site yaşamını izle Yeni broşürler var, ilgini çekebilir   ?