Sinif Mucadelesi

Üretimin azaltılması: Tamamen gerici bir görüş

Çarşamba 9 Eylül 2009

1990’lı yıllarda küreselleşmeci görüşler gelişmişti. Şimdi bu akıma rakip, düzen karşıtı olduğunu söyleyen yeni bir akım ortaya çıktı. Bu yeni görüşün kutsal kitabı, ekonomik büyümeye karşı çıkmak olan “üretkenlik karşıtlığı”, tüketime karşı mücadele, yerel ekonomiye geri dönüş, teknik ilerlemeye karşı çıkmak, “gösterişten uzak” veya “iradeli basit davranış” temellerinden oluşuyor.

İlgi görmeye başlayan bu akımın listeleri Avrupa Parlamentosu seçiminde yüzde 0.02 ile 0.04 oyla sınırlı kaldılar.

Üretimin azaltılmasına küçük burjuva aydınlar ve öğrenciler arasında ilgi arttı. Gazetelerinin tirajı, göreceli bir başarı ile 50 bine ulaştı. Küreselleşmeci çevrenin bir kısım taraftarlarının bu harekete kayması, fikri açıdan açıkça bir gerileme.

Küreselleşme hareketi sınırlarına ve koyu reformcu niteliğine rağmen en azından eşitsizlikleri teşhir ediyor ve zenginliğin yeryüzünde daha eşitçe dağıtılmasını istediğini iddia ediyor. Üretim azaltılması taraftarları veya bu eksendekiler, farklı bir alanda: Açıkça gerici bir alanda yer alıyorlar. Taraftarları da zaten bunu inkar etmiyor: Örneğin Fransa’da üretimin azaltılması hareketinin ülkedeki en önemli temsilcisinin yayınladığı kılavuzda “kalkınmayı ve ilerlemeyi” savunanların totalitarizmini teşhir ediyor. “İlerici despotizm!” böyle bir şeyin söylenebileceğine inanmak için kendimizi çimdiklememiz gerekiyor. Afrika’da biraz su bulabilmek için kilometrelerce yolu yürümek zorunda kalan kadınlar veya üçlü dozun yokluğundan dolayı AIDS’ten ölen yüz binlerce insanın “ilerici despotizmin” kurbanları olmadıkları için sevinme olasılığı fazla olmasa gerek. Başka bir yayınlarında, “büyüme, tüketim ve ilerleme üçlüsünün” dünyayı tahrip etmek istediği yazıldı.

Üretimi azaltma hareketi ilerlemeye karşı çıkmakla sınırlı kalmayıp geriye dönüş istediğini açıkça belirtiyor. Bazıları kendilerini “geriye dönüşçüler” olarak adlandırıyor.

Yaşadığımız bu kriz ortamında böyle bir akımın ortaya çıkması, daha doğrusu yeniden ortaya çıkması şaşırtıcı olmasa gerek. “Üretime karşı mücadele” akımının nüfus alanındaki karşılığı olan Maltusculuk, her kriz olduğunda, krizden kaynaklanan korkulara cevap verme iddiasıyla yeşeriyor. Biz devrimci komünistler, ne pahasına olursa olsun üretim artışı veya büyüme taraftarı olmasak da, bu gibi gerici akımlara karşı kararlı bir şekilde mücadele etmeliyiz. Bunu her şeyden önce, insanlığın ilerlemesi ve bilimsel ilerleme taraftarı olup geri dönüşe karşı olduğumuz için yapmalıyız.

Eski fikirlerin yeniden piyasaya çıkışı

Üretim azaltılması fikirlerinin temellerini, yaklaşık 30 yıl önce, 1960’lı ve 1970’li yıllarda bazı iktisatçı, sosyolog ve din görevlileri attı.

Bu akım 1970’lerin başında kapitalist krizin büyümesiyle birlikte büyüdü, yine bu dönemde içlerinden en çok tanınan Roma Kulübü, Maltus’un (1766-1834) teorilerini yeniden gündeme getirdiler. Maltus, nüfus artışı kaçınılmaz bir şekilde insanlığı yok edecek görüşünü savunuyordu. Ortada yeni bir şey yok: Bundan yüz yıl önce sosyalist Bebel, Maltus’un fikirleriyle ilgili olarak bu fikirlerin her zaman “sosyal düzenin yozlaşmasının veya genel hoşnutsuzluğun insan fazlalığından ve yiyecek yetersizliğinden olduğu, bunların üretim ve paylaşım yöntemlerinden kaynaklanmadığı”nı savunduğunu yazdı.

Yine 1970’li yılarda Hippi çevrelerinde doğaya dönüş ekseninde tabiatla daha içli dışlı olmak için “üretkenliğe” karşı çıkıldı, küçük bağımsız komünler oluşturuldu ve uçuk fikirler ortaya çıktı. Bugün tüm bu fikirleri üretim azaltılması hareketinde yeniden görüyoruz.
İçinde her şey var. Çünkü bilimsel bir teori değil, çelişkili olanlar da dahil, fikir kalabalığından oluşuyor.

Bu karmaşa nedeniyle birçok saçma şey söyleyebilir ve hatta bazı taraftarları kendini aşırı sol veya aşırı sağ olarak nitelendirebilir.

Sonuçta, çevrecilik, anarşizm, antikapitalizm ve de Maltusculuktan oluşan bir karışım diye özetlenebilir. Doğal kaynakların sınırlı olduğunu ve üretim artışının bunu göz önünde bulundurmadan gerçekleştiği teşhisini yapıp, ekonomik büyümeye, kitlelerin tüketim olanaklarına ve teknolojinin gelişmesine karşı çıkar. Sanayiye karşı çıkıp zanaatkârlığa dönmeyi ve Phrudon’un anarşizminden esinlenip yerel üretimi ve kırlarda yaşamayı savunuyor. Hatta bu hareketin bazı köktenci çevreleri, en yoksul ülkelerin bile kalkınmasına … ve hatta bazıları, işi tıbbın ilerlemesine bile karşı çıkmaya kadar götürüyor.

Teorisyenlerinin biri olan Ivan İllich, kişinin kendi teşhisini koymasını ve ilacını seçmesini engellediği iddiasıyla modern tıbba karşı çıkıyor. İleride büyüyecekleri, tüketici olup köleye dönüşecekleri ve okulun bir “uyuşturucu” olduğu iddiasıyla okula karşı çıktığını da hatırlatalım. Yoksul semtlerde binlerce genç okula gidemiyor ve de bundan hiçbir “devrimci potansiyel” olmadığı açıkça görülmesine rağmen böyle bir yazarın peşinden gitmek hayret verici.

Bu saçma görüşten yola çıkarak bazıları Üçüncü Dünya ülkelerinde hastane ve okul inşa edilmesine karşı çıkıyor. Onlara göre yoksul ülkeler tüketimden korunmuş adacıklardır, buralarda okul, hastane inşa etmek onları doğru yoldan çıkarmak olacakmış. Eğer onların mantıklarına uyarsak, yoksul ülkeler şahane yerler. Çünkü yoksul oldukları için tüketici yozlaşmadan uzaklar. Üretim artışına karşı olanlar, “iradeli, basit” yaşam zırvalarının ardında, yoksulluğa dönüş fikri savunuluyor.

Tabii ki bütün üretim azaltmacıları böyle saçmalamıyor. İçlerinden bir kısmı geri kalmışlığı çok yararlı görse de bir kısmı buna karşı mücadele etmek istediklerini söyleyip bu, zengin ülke insanlarının kemer sıkmasıyla olmalı diyor. Bu fikrin dayanak noktası, pasta yeteri kadar büyük olmadığı için yoksul ülkelerdeki insanların daha çok yiyebilmesi için zengin ülke insanları daha az yemeleri gerektiği. Breht’in Salomonun Türküsü’nde yazdığı gibi: “Aziz Martin mantosunun yarısını bir yoksula verdi. Böylece ikisi de soğuktan öldü.” Soğuktan korunmak için yeterli sayıda manto üretilmeli dediğimiz için tiksindirici “aşırı üretimciler” miyiz?

Üretimin azaltılması taraftarları, sürekli eski fakirliğe geri dönmeyi savunuyor. Hatta mide bulandırıcı seviyede “yaşasın yoksulluk!” diye yazıyorlar. Bugün Fransa’da yoksulluk yardımıyla geçinen 6 milyon kişi ve her gün işsizlik merkezlerine kayıt yaptırmak için başvuran 3 bin kişinin bu görüşe rağbet edeceğini sanmıyoruz. Aynı şekilde, gazetelerinin “kahrolsun satın alma gücü” başlığının, ay sonunu getirmekte zorlanan milyonlarca emekçiyi sevindireceğini de sanmıyoruz. Onlara göre, yoksullara çamaşır makinesi, araba, bilgisayar, internet gibi refah ve kolaylık sağlayan şeyler saçma ve gereksiz ve bunlar yoksulları basitlikten, ilahi duygulardan ve kendi özüne dönmekten uzaklaştırır. Onlara göre en yoksul emekçiler en sıkı üretimi azaltma taraftarları.

Birçok insanın sefil olduğu bir toplumda yoksulluğu önermek gerçekten de ahlaksızlık. Ama bu, üretimin azaltılması taraftarlarını hiç de rahatsız etmiyor. Çünkü çoğunluğu yoksullara, eğitim görmemişlere karşı müthiş hor görülü. Onlara göre yoksullar, konforun bir işe yaramadığını, sifonu olmayan tuvaletin ne büyük bir refah olduğunu anlamıyorlar.

Bireyci bir doktrin

Üretimin azaltılması hem yaklaşımında hem eylemlerinde bireysel, bencil bir doktrin. Taraftarlarının önemli bir kesimi “dünyayı değiştirmek için insan önce kendini değiştirmeli” diyor. Bunun anlamı, düzenin değiştirmek için topluca hareket etmek olanaksızdır.

Önerdikleri eylem biçimleri gülünç ile hayret verici bir yelpaze içerisinde. Örneğin yayınlarında, “televizyondan, uçaktan ve cep telefonundan kurtulmalı” deniyor. Tabii, otomobillerden da kurtulmalı ve yerlerini “at arabaları” mı almalı? Bu otomobilleri üreten emekçiler ne olacak diye soranlar için yazarları, 2004’te “Citroen fabrikalarını kapatalım!” başlıklı bir yazı yazmıştı. Aynı zamanda asansör, buzdolabı, çamaşır makinesi kullanılmamalı, et yenmemeli deniyor. Onların hayallerdeki hayat, kırlarda toprakla ilgilenip teknoloji kullanmadan, kişinin doğayla uyumlu, yoksul veya basit yaşam ahengini daha iyi hissetmeye yarayacak.

Toplumsal eylemlere karşı olmadıklarını iddia edenlerin önerdikleri aslında bu eylemleri dışlıyor. Örneğin kendine “dünyayı değiştirmek isteyen bir militan” diyen gazetelerinin yöneticisi, gazetesinde tam bir sayfa ayırdığı bir psikolog, basit bir hayat taraftarı olduğunu belirterek “daha aza sahip olduğumuzda, daha mutluyuz, yeryüzü ölçeğinde yapmaya çalıştıklarımız bir işe yaramıyor. Artık dünyayı kurtaracağıma inanmıyorum. Basit bir şekilde yaşıyoruz çünkü bu bizi mutlu ediyor.” diyor.

Bu gibi acınacak bireyselliğe düşmeyenleri bile, “tüketici davranışları üzerinde bireysel eylemi” öneriyorlar… yani sonuç olarak toplumsal koşullardan tüketicileri yani kapitalistleri değil, yoksulları sorumlu tutuyorlar. LO (24.06.09)


Ana sayfa | İletişim | Site planı | |

Site yaşamını izle tr  Site yaşamını izle Arşiv  Site yaşamını izle Arşiv 2009  Site yaşamını izle Sınıf Mücadelesi Sayı : 134 - 7 Ağustos 2009  Site yaşamını izle Sınıf Mücadelesi’nin Sözü   ?