Faizler en düşük seviyelere indi: Kapitalizmin asalaklığının zirve yapışı
ABD ekonomisinin her taraftan gelen tehditler karşısında gerileme sürecine gireceğini göstermesi üzerine ABD Merkez Bankası FED, 30 Ocak Çarşamba günü yönlendirici faiz oranlarını donduracağı sözünü verdi. FED, mali piyasalara erişimin kolaylaşması için 2019’da faiz oranının %2.5 ile sınırlı kalacağını, yani son 40 yıldan beri bir Merkez Bankasının bir dönem sonunda (ekonomik durgunluğun arifesinde) şimdiye kadar uyguladığı en düşük faiz oranını açıkladı. Avrupa’da da aynı eğilim gözleniyor. Avrupa Merkez Bankası (ECB) piyasaya sürdüğü para miktarında kısıtlama yapmış olsa da, yönlendirici faiz oranında değişiklik yapmayıp %0 faiz uygulamasını devam ettiriyor. Japonya ve İngiltere de aynı siyaseti uyguluyor. Son on yılda, şimdiye kadar görülmemiş şekilde zengin ülkeler, yaratılan sorunlara rağmen tüm Merkez Bankaları, yönlendirici faiz oranını en düşük seviyede tuttu. Bu durum rastlantı değil; bir yönüyle kapitalist ekonominin içinde bulunduğu çıkmazın kendini göstermesidir.
Faiz oranı ve kâr oranı
Burjuvazinin muhasebe defterlerine dayanarak, şirketlerin gerçekleştirdiği kâr oranını ortaya çıkarmak hiç kolay değil, tam aksine tüm dünyada her gün ekranlarda faiz oranlarını görmek mümkün. Hem her türlü borsa işlemine katılanlar hem de ekonomi yorumu yapan uzmanlar tarafından çok heyecanla takip ediliyor. Ancak yayınlanan rakamlar, hem var olan hem de var edilen zenginliğe ilişkin yanlış görüşlere yol açıyor. Örneğin bir tasarruf hesabı veya ev almak için mevduat hesabı olanlar, sermayesini değerlendiren kapitalist veya mali sermayedar olarak adlandırılıyor. Egemen sınıf açısından böyle bir yanılgı, gerçekleri yani gerçek zenginliğin nasıl yaratıldığını, emekçilerin sömürülmesini, ört bas ettiği için güzel bir şey olarak görülüyor. Aslında bu çok eski bir tartışma konusu. Marks “Kapital” adlı eserinde faiz oranındaki farklılığı ve kârı işledi. Çok net olarak, mali kapitalist yani borç verecek sermayeye sahip olanlar ile sanayi kapitalisti ayırımı yaptı. Sanayi kapitalisti, borç verilen sermayeyi alıp üretime yönlendirir, yani meta ve ücretle dönüştürebilir. Aslında para, gerçekten böyle bir süreçte sermayeye dönüşür. Yani para, ücreti ödenmemiş değer olan artı değeri yaratarak, üretim sürecinde birikimini sürdürerek, emekçilerin emek güçlerinin sömürülmesiyle oluşuyor.
Günümüzde sanayicilerin çoğu mali sektörde de faaliyet yaptıkları için artık bu ayırım yok anlamına gelmiyor. Sanayi üretimi yaparken sanayici olarak hareket ediyorlar; bankacılık gibi mali işlem yaparken mali işlemci gibi hareket ediyorlar. Bu ayırımı yapmak, yaratılan tüm zenginliğin esas kaynağının artı değer olduğunu anlamamıza yarar. Faizin kaynağını, sanayici kapitalistin yarattığı kârdan, borç aldığı mali kapitaliste ödediği pay oluşturuyor. Yani zenginliğin iki ayrı kaynağı yok, sadece oluşturulan kâr; faize giden bölüm ile şirkette kalan kâr (şirket kârı) olarak ikiye bölünüyor. Metaların üretimi ile mali sektör arasında bağlar olsa da, ikisi farklı. Mali işlem yapan bir kişi, mali işlem yapan başka birine borç verdiğinde hiç yeni zenginlik üretilmez. Yani onların dışında yaratılan zenginlik, güç dengesi ve anlaşmalar temelinde, iki farklı çevre arasında el değiştirir. Aslında genel olarak mali sektör, emekçilerin üretimle yarattıkları artı değerin bir kısmına el atıyor.
Şimdi sorun, bu paylaşımın hangi oranda yapılacağı ve faiz oranının nasıl belirlendiğini görmek. Marks’ın “Kapital”de yazdıkları, aradan geçen 150 yılda doğrulandı: “Hiçbir doğal kâr oranı yoktur”, “kârın paylaşılmasıyla ilgili hiçbir yasa yoktur, tek belirleyici olan rekabettir.” Üretim gerçekleşiyor, artı değer yaratılıyor ve ürünler satılınca kâr oluşuyor; kârın oluşumu, sömürünün derecesiyle belirleniyor. Mali çevrelerde belirleyici olan pazarın durumudur. Yani faiz oranın ve sermayenin değerini belirleyen, borç piyasalarındaki arz ve taleptir. Borç almak isteyenlerin borç almak istedikleri miktar ile borç verenlerin ellerindeki sermaye miktarı belirleyici olur.
Faiz oranının tek sınırı, sanayi üretimiyle elde edilen kârın daha üstünde olmasının mümkün olamamasıdır.
Merkez Bankasının rolü
Faiz oranını belirleyen pazarın kendisidir. Ancak Merkez Bankaları, pazara sürekli müdahale eder. Hatta sadece kendi dedikleri oluyor izlenimi veriyorlar. Aslında Merkez Bankaları, pazarda düzenin devamlılığını, yani bankaların ve mali çevrelerin genel çıkarlarını savunuyor. Genellikle sahip oldukları araçla yani kapitalist ekonominin içinde bulunduğu şartlara göre, birbirinden farklı iki ya da üç genel faiz oranı kullanırlar. Böylece ekonominin büyüme aşamasında faiz oranını yükseltiyor; daralma ve gerileme aşamasında oranı düşürüyorlar. Ardından şirketlere, devletlere ve kendi aralarında borç para veriyorlar.
Merkez Bankalarının faiz oranı, arz ile talebin durumuna göre; ödeme süresine; borç süresindeki enflasyon tahminlerine; en belirleyici etken olan spekülasyon durumuna ve gelecek kazanca göre, pazar belirliyor. Örneğin Alman devleti, 2019 başında, ekonomik durgunluk şartlarını değerlendirip, bankaların ve mali kuruluşların endişelerinden yararlanarak, mali piyasada %0.07, hatta kısa vadeli, sıfırın altında faizle borçlandı. Çünkü Alman devleti, güvenli liman arayan sermaye için güvenli ve sağlam görünüyor. İtalyan devleti daha az güvenli görüldüğü için %3 civarında faizle borçlanabiliyor. Bu rakam aslında, Yunan, Türk ve Arjantin devletlerinin mali çevrelere vermek zorunda kaldığı faize kıyasla o kadar fazla değil.
Her şeye rağmen Merkez Bankalarının belirlediği yönlendirici faiz oranı, pazarın kabul edebileceği faize göre hareket etmek zorunda. Merkez Bankasından borç alan bankalar, parayı uzun vadeli; 10, 20 veya 30 yıllığına borç veriyor… Böylece elde ettikleri kârın bir kısmı, kısa vadeli ile uzun vadeli borç faizinin farkından kaynaklanıyor. Uzun vadeli borcun faiz oranının, kısa vadeye göre daha yüksek olması bankanın çıkarına. Ancak geçen Aralık ayı başında pazarlar, ekonomik durgunluk olacağını ön görerek uzun vadeli borç faiz oranını da düşürdü. Hatta bazısı kısa vadeli borç faizinin de altına düşürdü. Bu olayın ışığında, FED’in ön gördüğü faiz oranını düşürme kararının nedeni, pazarın dayatması diyebiliriz. Aslında, yönlendirici faiz oranından söz ettiğimizde; yönlendirici olmaktan çok yönlendirildikleri daha doğru.
Yönlendirici faiz, kriz döneminde kapitalist sınıfın elindeki çok belirleyici bir para politikası aracıdır. Ekonomik gerileme dönemlerinde Merkez Bankaları, yönlendirici faiz oranını düşürerek zora giren kapitalistlere çok daha kolayca borç para bulma olanağı yaratır. Çünkü böyle dönemlerde mali sektörün kendi içindeki para işlemleri azalır, kredi inişe geçer ve işlem yapan farklı çevreler arasında güvensizlik oluşur. Bu durum, karşılıksız para basmanın modern biçimidir. Böylece Merkez Bankaları, mali sektörün itfaiyecisi gibi davranmış oluyor. Aslında onların kurulmasının temel nedeni de budur.
Bankacılar, kendi düzenlerinin istikrarsız olduğunu görüyorlar ve “Merkez Bankasının vereceği borcun son çare olarak imdada yetişeceğini” biliyorlar. 1929 krizinden sonra Merkez Bankaları, iki defa; 1970’lerde ve 1987’lerde faiz oranını iyice düşürerek bu görevlerini yerine getirdi. 2002 krizinde, bu görevi iki yıl boyunca üstlendiler. Ancak neredeyse bedava paranın sonucunda oluşan dev balon 2008’de müthiş bir patlamaya yol açtı. Yine Merkezler Bankaları, yönlendirici faiz oranını sıfıra indirdi. 2008 çöküşü, öncekilerle kıyaslanmayacak kadar feci oldu. Bu defa faiz oranını indirmek kredi olanağı yaratmak için çare olmadığından, Merkez Bankaları, geleneksel olmayan, farklı çareler arayıp, sisteme daha büyük miktarda para akıttı.
Şirketler, göreli ekonomik büyüme ortamında daha çok kâr etme vaatleriyle yeni borç arayışına girdikleri için bankalara mutluluk veren faiz oranlarında yükseliş başlıyor. Merkez Bankaları, bu gidişata ayak uyduruyor. 1980’lerden bu yana Merkez Bankalarının hedefi, ücret sistemini sarsmadan, genel olarak faizi %2 civarında tutmaktı. Faiz oranını arttırarak geleceğe müdahale ediyor; kredi hacmini daha da arttırarak faizi daha aşağıya indirmek, böylece gereken oranda para bulunabilmesi amaçlanıyor. Örneğin 2001 krizinden kısa süre önce FED’in faiz oranı %6.1 idi. 2003’te %1’e indirildi. 2007’de %5.25’e çıkarıldıktan sonra 2009’da %0’a indirildi. 2016’dan bu yana çok yavaşça yükseldi, birçok çevrenin belirttiği gibi ABD’de ekonomik durgunluğun başlaması nedeniyle %2.5 civarında seyrediyor. Buna dayanan bazı çevreler, şu yorumu yapıyor; “eğer ekonomik durgunluk yakın zamanda yeniden gelirse, o zaman FED faiz oranını düşürerek ekonomik canlanma sağlama imkanına sahip olmayacak.” (9 Ocak 2019 Les Echos gazetesi)
Dönemsel değişiklikler...
Borç veren ile borç alan arasındaki dengeyi ve faiz oranını belirleyen; her iki tarafın ekonomik faaliyeti, kapasiteleri ve ihtiyaçları ile sınırlı olmayıp, daha çok aralarındaki güç dengesidir. Marks günümüzden 150 yıl önce şuna vurgu yapmıştı: “Düşük faiz oranı, refah ve kârın en yüksek döneminde; faizin yükselişe geçtiğini refah döneminin zıddına geçiş döneminde; faizin zirve yapışını yani tefeciliğin en yüksek oluşunu ise, kriz döneminde görürüz.” (Marks, Kapital) Marks, 1847 ile 1857 arasındaki krizleri inceleyip, kredi ve faiz oranını değerlendirerek, kapitalist ekonominin farklı dönemlerinde kredinin rolüne vurgu yaptı. Sermaye yatırıma gittiğinde, üretim süreci tamamlanmadığında, metalar üretim sürecinde olduğunda, sanayiciler bu süreci, ileride yapacakları satış sayesinde aldıkları krediyle tamamlar. Marks; üretim sürecindeki farklı kapitalistlerin kendi aralarında kredi vermeleri ile banka kredisi arasındaki farka vurgu yapar.
Ticari kredi, borç senetlerine, vadesi belirlenmiş borca dayanırken, banka kredisi kâr getiren sermayeye bağlıdır. Bir krizin hemen ardından gelen sanayi sürecinde faiz en düşük oranda olur, “faiz oranı biraz yükselişe geçse de, çok düşük olmaya devam eder.” Ardından faiz oranı yine yükselişe geçer ve zirve yapar; “yeni bir kriz başlar başlamaz kredi aniden durur, taksit ödemesi durur, üretim süreci felç olur, buna paralel olarak daha önce belirttiğimiz gibi birkaç istisna dışında sermaye borcu kıtlığı başlar ve atıl kalan sanayi sermayesi oluşur.” (Marks, Kapital) Yukarıda anlatılanlar, İkinci Dünya Savaşı ile 1970’ler arasında yaşananları çok iyi tarif ediyor. 1950’lerde faiz oranı çok düşüktü, ardından pazar doymaya başlayınca faiz yükseldi, şirketler artmakta olan uluslararası rekabeti göğüslemek için yatırımı arttırıp metaların fiyatını düşürmeye çalıştı.
1970’lerin ortasında, 1980’lerin başında ortaya çıkan kriz ile faiz oranında şimdiye kadar görülmemiş seviyede artış oldu, “ne pahasına olursa olsun, borçlanıp ödeme yapmak gerekir.” (Marks, Kapital). O zamandan bu yana (1975, 1982, 1991, 2001, 2009) krizlerinde, gidişata göre faiz oranı, bir indi bir çıktı. Krizin hemen ardından faiz dibe vuruyor ve bir sonraki krize kadar yeniden yükselişe geçiyor.
19’uncu yüzyılın ortalarındaki durum ile günümüzdeki durum arasında fark; esas olarak finans sektörünün kapitalist ekonomi içerisindeki konumundaki köklü değişikliktir. 19’uncu yüzyılın ortalarında finans sektöründeki kapitalistler, yatırımın finansmanında ikinci planda rol oynardı. “Refah döneminde ve kârın zirve yaptığı dönemde”, sanayici kapitalistler ile finans kapitalistlerine başvurup borç para ile yatırım yapma ve iş hacimlerini büyütme peşinde olmadılar. Öncelikle kendi öz servetlerini veya bir önceki üretim döneminde elde ettikleri kârı kullanarak, bir sonraki üretim dönemine geçiyorlardı. Kendi kârı buna yetiyordu.
Aynı şekilde sanayiciler kriz haricinde, finans sermayesine başvurmadan, kendi aralarında veya sanayici ile tüccar arasında bir oranda ticari krediyle, durumu idare edebiliyordu. Pazarda borç alan ile borç veren arasındaki güç dengesinde güçlü olan borç alandı. Bu durumda, Marks’ın da açıkladığı gibi faiz oranı oldukça düşük seviyedeydi. Ancak 19’uncu yüzyılın sonundan itibaren, tekellerin gelişmesi, uluslararası rekabetin artması, üretim için büyük sermayeye ihtiyaç duyulması, tüm bunlar sanayi sektörünü ikinci plana itip finans ve banka sektörünü ön plana çıkardı. Sanayi sektörü, kendi yatırımlarını kendisi yapmada ikinci plana düşüp, yatırım için kredi ile borçlanma zorunda kaldı. Artık Marks’ın zamanından farklı olarak, büyüme döneminde faiz oranı çok daha hızlı tırmanışa geçiyor.
... ve dipten gelen bir dalga
1980’lerin başından bu yana, dönemsel değişiklikler bir yana bırakılırsa, gerçek faiz oranında sürekli iniş yaşandı. Örneğin G7 ülkelerinde ortalama uzun vadeli faiz oranı 1985 ile 1989 arasında %4.27 iken, 2000 ile 2004 arasında %2.8’e, 2005 ile 2009 arasında %1.85’e ve 2010 ile 2013 arasında %0.45’e indi. O zamandan bu yana, değişiklik olmadı. Yoksul ülkelerdeki uzun vadeli faiz oranında da iniş oldu: 1998’de %11 iken 2007’de %2’ye indi ve bu seviyede kaldı. Böylesi dalgalanma, ancak kredi sermayesindeki genel arz ve talep arasındaki güç dengesindeki değişiklikle mümkün olur. Kapitalist ekonominin 1980’lerden bu yana yaşadığı genel krizin evrimiyle ilgili.
Şuna vurgu yapmakta yarar var; ilk aşamada dünya ölçeğinde hesaplanan gerçek faiz oranı (uzmanlar dünya ölçeğindeki faiz oranından söz ediyor) basit bir hesap ortalaması değildir. 1980’lerde yapılan önemli değişiklerden biri, uluslararası sermaye piyasalarının karşılaştığı sınırlamaların kaldırılıp farklı çevrelerde biriken paranın, neredeyse hiçbir engelle karşılaşmadan tüm dünya pazarında işlem yapma olanağına kavuşmasıdır. Bu durum, krize giren kapitalist sistem için bir ihtiyaçtı. 1970’lerden önce bile şirketler, büyüyen uluslar arası rekabeti göğüsleyebilmek için gittikçe daha yüksek orandaki kredilere başvurmaya başlamıştı. Böylece kriz, daha yüksek oranda kredi ile geçici olarak atlatıldı. Devletler, borçlanarak kendi burjuvalarını; bankacı ve sanayicileri destekledi.
Burjuvazi de kayıplarına çözüm bulmak için borçlanma yoluna gitti. Dünya pazarı çapında, ihtiyacı karşılamak için krediyi kendine çekme rekabeti başladı. Bu rekabette en güçlü olan ABD idi. Yönlendirici faiz oranını birkaç defa artırarak, o zamana kadar erişmediği seviyeye tırmandırdı. ABD, doların egemenliğinden yararlanarak, mali pazardaki kredinin tamamına yakınını kendine çekti. Ancak bunun sonucunda, mali pazardaki kıtlık nedeniyle yoksul ülkeler kredi bulamaz oldu; borçlanma krizine sürüklendiler ve hala bunun etkilerinden kurtulamadılar.
Tüm dünyada mali pazarın önündeki engellerin kaldırılması sonucu kapitalistler, bütün mali olanakları kullanarak yakalandıkları yangını söndürebildi. Özellikle ABD, Asya ve Avrupa ülkelerinde birikmiş olan devasa miktarda parayı krediye dönüştürüp, büyük boyutlardaki kamu açıklarını ve ekonomik açıkları kapatabildi. Mali pazarın önündeki engellerin kaldırılıp tek pazar haline dönüşmesi sonucu, devasa boyutta sınırsız kredi olanağı oluşturuldu ve kapitalistler, özellikle zengin ülkelerdekiler için olanak yaratıldı. 1970’lerdekinden farklı olarak, 1980’lerden sonra, sanayileşmiş ülkelerdeki faiz oranında genel bir düşüş yaşandı.
Sürekli hale dönüşen ekonomik kriz nedeniyle mali pazardaki düşük faiz oranı, günümüzde burjuvazi açısından bir zorunluluk. Artık mali düzen, bağımlı biri gibi davranıyor. Borç veren merkezler, Merkez Bankalardan aldıkları parayı, yüksek gelir elde etmek için ham madde olarak kullanıyor. Merkezden aldıkları düşük faizli krediyi, üretim gideri gibi addedip, yüksek oranla borç verip yüksek kâr ediyorlar. Son yıllarda kapitalistler, kendilerini kurtarmak için uzun süreli, onlarca yıllık süreyle çok düşük faizle kredi aldı. Artık borcu, aldıkları yeni borçla ödemeye başladıkları için faizin aniden yükselmesi durumunda, iktisatçı ve bankaların yüksek danışmanı Patrick Artus’un deyimiyle, bir katliam yaşarlar. Bunu engellemek için sistem, piyasaya sürekli ucuz para sürmek zorunda.
Merkez Bankaları, faiz oranını bu kadar düşük tutmanın bir girdap olduğunu, mali balonların oluşacağını, kamu ve özel sektör borcunun rekor kırıp tehlike oluşturacağını biliyor. Üstelik Merkez Bankaları, gelecek krizleri göğüsleyebilmek için de faiz oranını yeniden yükseltmesi gerektiğini biliyor. Uygulamaya çalıştığı şifa, hastayı iyileştirmek için verilen uyuşturucu miktarını azar azar azaltmaya çalışmak. İşte bu nedenle FED çok temkinli şekilde faiz oranını biraz artırdı ve Avrupa Merkez Bankası, nakit miktarının artışını yavaşlattı. Ancak sonuçta, daha önce gördüğümüz gibi son kararı veren pazardır. Bu ortamda Merkez Bankaları, mali çevreleri desteklemeye devam etmek zorunda. Bunun için karşılıksız para basmanın günümüzdeki biçimi olan düşük faizi kullanıyorlar.
Düşük faiz oranının arkasında, süren kriz var
Mali sermayenin bu şekilde kendi kendine hareket etmeye zorlanmasının asıl nedeni, kapitalist düzenin krizinin süreklilik kazanmasıdır. Mali sermaye piyasalarında büyük miktarda borç verilmek üzere bekleyen devasa miktarda sermaye birikmiş olmasına rağmen, sanayicilerin borç alma ve yatırım girişimleri sınırlı kalıyor ve bu güç dengesinden dolayı faiz, düşük seyrediyor. Kriz nedeniyle mali çevrelerin elindeki para miktarı zirve yaptı. Üretim sektörünün elde ettiği kâr, yeniden üretim alanlarında yer bulmadığı için mali sektöre yöneliyor. Bu konuda fikir veren bazı tahminlere göre 1980’de 12 trilyon dolar olan bu miktar 2007de 241 trilyon dolara tırmandı. Bu oranı GSMH ile karşılaştıracak olursa, 30 yıl içerisinde GSMH’nın üç katı büyümesi anlamına gelir ve bu gidişat, 2008 krizinden sonra daha da hızlandı.
Zengin ülkelerde ekonominin mali sektörün etkisi altına girmesi ve üretim için yapılan yatırımın gerilemesi, aynı madalyonun iki farklı yüzü. Burjuva istatistiklerine göre, yatırım sabit brüt sermaye oluşumu ile ölçülür. Hem makine yatırımlarını, hem sanayi binalarını, hem lisans haklarını hem de herkesin yaptığı konut “yatırımlarını” kapar. Bu yatırım kararları hiç mükemmel değil ve sadece bununla sınırlı. Dünya Bankası’nın verdiği rakamlara göre 1970’lerin ortalarından bu güne kadar, en zengin 80 ülkede GSMH’nın sabit brüt sermayeye oranı %5 geriledi. Gerileme oranı, sadece bir yıl içinde milyarlarca dolar azalma demek. Örneğin ABD’nin gerileme miktarı 670 milyar dolar; Fransa’nın 400 milyar avro... Özellikle 2008’den bu yana ama 1970’lerden bu yana tüm gelişmiş kapitalist ülkelerde yaşandı. Gelişmekte olduğu söylenen ülkelere gelince, Dünya Bankası’nın verdiği gelişmiş ülke rakamlarına göre daha güvenilir olsa da, bu ülkelerdeki yatırımlar, sanayileşmiş ülkelerin açıklarını kapatmaktan çok uzak.
Neredeyse sınırsız olun bedava kredi bile yatırımı teşvik edemiyor. Mali sermaye ile sanayi sermayesi arasındaki ilişki, mali sektörün asalaklığının zirve yaparak üretim kârının mali sermaye tarafından yutulmasıyla sonuçlanıyor. Kapitalist ekonomi, artık içinden çıkmaktan aciz olduğu büyük bir çukura düştü. Kapitalistler, 1970’lerden bu yana oluşan krizlerden kurtulmak amacıyla kâr oranını yükseltmek için emekçilere karşı gerçek bir savaş sürdürdü ve sürdürmeye devam ediyor. Gerçek ücretin değerlerini düşürüyor, fabrikaları kapatıyor, işsizlik kitlesel seviyeye tırmandı, ücretlinin hakları kırpıldı, emeklilik ve işsizlik aylığı kırpıldı, kamu hizmetleri azaltıldı... 1980 ile 2015 arasında yaratılan toplam zenginlik içindeki kârdan hissedarlara verilen pay, yatırım ve hisse senedinin yeniden satın alınmasındaki oran; Avrupa’da %5’ten %24’e; ABD’de %5’ten %12’ye tırmandı. Diğer yanda ücretlilere verilen pay Avrupa’da %68’den %60’a; ABD’ de %65’ten %58’e geriledi. Bir yandan kitlelerin tüketim imkanı azalırken diğer yandan kâr artıyor, yatırımın payı göreceli olarak azalıyor. Burjuvazi servetine servet katarken, üretilen ürün ve hizmetlerden yararlanma olanağını kısıtlanıyor; sonuçta mali istikrarsızlık için zemin oluşup yeni krizler oluşuyor.
Avrupa Birliği’nde patronlara, yatırımları için karşılaştıkları engeller soruldu; verilen cevaplarda mali kaynak sorunu en son sırada yer alırken, ilk sırada “geleceğin belirsizliği” yer aldı. Oysa yeryüzünün her tarafında, topluma yararlı olmaya hazır milyonlarca işsiz insan var. Üstelik insanların ihtiyaç duyduğu ve karşılanmayan, bir sürü temel ihtiyacı var. İnsanlığın gelişmesinin önündeki temel engel, kapitalistlerin özel mülkiyet sistemi, yatırımlara bu temel üzerinde karar verme yetkisini tekellerinde bulundurmaları ve yatırımın niteliğine onların karar vermesidir. (15 Nisan 2019), LDC Temmuz-Ağustos, sayı 201