Kongre metinleri
Uluslararası ilişkiler
Uluslararası ilişkilerde gerginliklerin sürmesi, kapitalist krizin daha da derinleştiğinin bir ifadesi.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra büyük güçlerin başroldeki siyasetçileri ve onlara hizmet eden aydınların, önümüzde dönem sakin geçecek deyişi; hatta en aptallarının tarihin sonu geldi gibi saçmalıkları, çok geride kaldı.
O dönemde iki blok arasındaki muhalefet; emperyalist dünya düzeninin sürekli karşılaştığı tehditlerin kendi özünden, esasen halklara karşı yapılan baskılardan, daha temel olarak kapitalist sömürü düzeninden ve kapitalistler arası rekabetten kaynaklandığını ört bas ediyordu.
Batı’da, Sovyetler Birliği, dünya düzenine saldıran bir güç olarak gösteriliyordu. Oysa iktidardaki bürokrasi, kendi öz çıkarlarını savunmaya çalışıyor olsa da, her şeyden önce dünya düzenini savunan bir jandarmaydı.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından bu yana çeyrek yüzyıl geçmiş olmasına rağmen, uluslar arası ilişkiler yatışmadı.
Emperyalist güçler arasındaki çıkar kavgaları, şimdi açıkça görülüyor. Emperyalist güçler ile geri kalmış veya kısmen geri kalmış ülkelerin çoğunluğu arasındaki ilişkinin, bağımlılık ilişkisi olduğu da açıkça görülüyor.
İkinci sıradaki emperyalist güçler, örneğin Macron gibileri, dünyada çok kutupluluk oluşturmaya çalışıyor.
İkinci sıradaki emperyalist ülkeler, çok kutupluluktan; küçük kapitalist ülkelerin söz hakkına sahip olmasını kast etmiyor. Onların derdi, diplomasi diliyle; ikinci sıradaki emperyalist ülkelerin, ABD’nin dayatmalarından ötürü katlanmak zorunda kaldıklarıdır. Trump’ın karakteri gereği kaba bir şekilde yaptığı, aslında, emperyalist güç dengesini açıkça ifade etmek.
Askeri harcamalar ve savaş tehdidi
Kapitalist ülkeler arasındaki ekonomik bağımlılık o kadar fazla ki, ekonomik savaş, şimdilik daha çok laftan ibaret.
ABD’nin kendi kapitalist şirketlerini korumak amacıyla almak istediği veya aldığı kararlar, taşeron şirketlere veya ham madde ithal eden şirketlere zarar veriyor.
Mali sektörün büyük etkisi altındaki dünya ekonomisinde, koruyucu önlemlerin alınacağının duyurulması veya kısmen uygulanmasıyla, sermaye yatırımları veya sermaye dolaşımı bundan etkilenip daha karmaşık hale geliyor.
Ticaret savaşları, gümrük vergilerinin arttırılması, gümrük duvarlarının yükseltilmesi ve ithalat sınırlamalarıyla sınırlı kalsa da, uluslar arası ilişkilerde gerginlik yaratır. Gerginlik, diplomasi ile sınırlı kalmaz.
2017’de dünya askeri harcamaları 1 trilyon 700 milyar dolara tırmandı. Yani dünyada kişi başına 230 dolar askeri harcama yapıldı. Silah harcamasının payı çok büyük, giderek artıyor ve soğuk savaş döneminden bu yana görülmemiş seviyeye tırmandı.
Rosa Luxembourg; “silah üretimi kapitalist toplumsal birikiminin bütün gelişme süreçlerinde var oldu” diyor. Devletin yaptığı silah siparişi ve askeri altyapı harcamaları, her zaman kapitalist şirketlerin pazarını geliştirdi, hatta birçok dönemde motor rolü gördü. Rosa Luxembourg’un deyimiyle “sermaye, dünya siyasetinde her zaman saldırgan askeri yöntemler kullanıp sömürgecilikle, kapitalist olmayan ülkeleri asimile ediyor.” Bu eğilim, ekonomik kriz dönemlerinde çok artıyor.
Dünya ölçeğinde silah üretimi ve ticareti, çok uzun zamandan beri silah tröstleri için önemli bir pazar. Fransız emperyalizmi, dünya çapında en önemli silah tüccarlarından biri.
Silah ticaretinin en önemli yönlerinden biri; emperyalist ülkelerin bu yolla, geri kalmış ülkeleri yağma etmesidir. Bu yöntem, eskiden üçlü ticaret diye bilinen yöntemin yeni bir şekli. Emperyalist güçler (ve başka güçler) silah sanayisini kullanarak geri kalmış ülke yöneticilerine, kendi halklarını boyunduruk altında tutabilmek için silah satar. Bu yöneticiler, satın aldıkları tankların, savaş uçaklarının ve en modern füzelerin bedelini, halklarına ödetir ve böylece silah sanayisinin kârını garanti altına alır. Yoksul ülkelerin dev silah harcaması, silah tröstlerinin ve emperyalist ülke bankalarının kasalarını doldurur.
Emperyalist güçler boyunduruk altında tuttukları halklara karşı askeri müdahalede bulunuyor; bölgesel güçler de kendi aralarında savaşıyor veya yerel güçler, kendi halklarına karşı iç savaş yürütüyor. Kısacası son dünya savaşından bu yana, yeryüzünde savaş hiç durmadı. Savaş, silah tüccarları için yeni silahlarını satacakları bir pazar, hem de yeni silahlarını deneme zemini. Savaş ekonomisi, insanlık için dünya olanaklarının ve insan dehasının boşuna harcandığı muazzam bir kayıp.
İnsan dehası, yaşam şartlarını iyileştirmek ve yeryüzünün geleceğinin güvence altına alınması için kullanılacağına, tam aksine insanlığa karşı kullanılıyor. Bu durum; insanlığın sınırsız olanaklarını gösterdiği gibi, aynı zamanda olanakların insan çıkarlarına karşı kullanıldığını da gösteriyor. Önce gökyüzü, askeri hakimiyet alanlarına dönüştü, şimdi askeri stratejinin yeni alanı siber savaşlara kaydı.
Silahlanma yarışının giderek artarak genelleşmesi, dünyadaki gerginliklerin artışının bir belirtisi. Savaş tehdidi, kapitalizmin doğasında zaten var ama şimdi somut bir tehdide dönüştü. Burjuvazinin askeri ve siyasi temsilcileri bunu açıkça ifade ediyor.
Hangi yerel savaşın, genel bir savaşa dönüşeceğini tahmin etmek tamamen anlamsız.
17 Eylülde bir Rus uçağı, Suriye hava sahasında, Esad’ın müttefikleri tarafından düşürüldü ve olayın tarafları, olayın etkilerini hafifletip üzerini örtmeye çalıştılar. Ancak bu olay, Ortadoğu için sembolik: Bölgede hem resmi Suriye ordusuna hem de muhaliflere, İsrail, Rus, Türk veya ABD ordusuna ait, farklı silahlı güçler, savaş uçakları ve füzeler cirit atıyor. Elbette bu durum, küçük bir olayın büyük bir savaşa veya dünya savaşına dönüşeceği anlamına gelmiyor. Saraybosna’da bir prense yapılan suikastın Birinci Dünya Savaşı’nı başlaması, Habsbourg’ların önemsiz bir prensinin öldürülmesinden değil, güçlü emperyalistlerin çıkar çelişkilerinden dolayı olmuştu.
1933 yılından sonra gelişen olaylarda, yani Almanya’da Nazilerin iktidara gelmesinden sonra açıkça büyük bir kopuşun olduğu, bunun da dünya savaşına giden yolun başlangıcı olduğu ve tarafların kimler olacağı açıkça görülüyordu. Şimdiki duruma bakarak böyle bir tahminde henüz bulanamayız.
Versailles Anlaşmalarının, Birinci Dünya Savaşına son verdiğini iddia etseler de aslında, Üçüncü Enternasyonal’in teşhir ettiği gibi, İkinci Dünya Savaşı’nın habercisiydi. Ekonomik krizin egemen olduğu bir ortamda Alman emperyalizmi, savaşı kaybeden taraf olarak intikam alıp kaybettiği toprakları geri alabilmek için bir yönüyle, yeni bir savaşa itildi.
Tarih hiçbir zaman aynen tekrarlamaz. Örneğin savaşın yayılması, şimdi Ortadoğu’da yaşanan yerel savaşların genişlemesiyle olabilir.
Şu anda dünyanın birçok bölgesinde gerginlik var, yeni savaş tehditleri görünüyor. Şunu hatırlatmakta yarar var; son zamanlarda Avrupa’da bile Balkanlar’da; Sovyetler Birliği’nin dağılması sonucu Rusya ile Ukrayna ve Ermenistan ile Azerbaycan arasında; savaş yaşandı. Hatta daha büyük bir ölçekte Hindistan ile Pakistan arasında gerginlik var, Kaşmir sorunu yüzünden arada bir silahlı çatışma oluyor.
Emperyalizmin oluşturduğu dengelere de sürekli karşı çıkış oluyor.
Gelişen gericiliğe karşı proletaryanın siyasi uyanışı
Gericiliğe doğru gidişat, bazı Avrupa ülkeleri başta olmak üzere, aşırı sağa yönelişle görülüyor. Bir de son günlerde Latin Amerika’da, 1 Ocak 2019’da resmen iktidara gelecek olan, Bolsonaro’nun seçim zaferi ile görüldü. Brezilya’da uzun yıllar, emperyalizm ve ayrıcalıklı yerel büyük burjuvazi ile toprak ağalarına, yani küçük bir azınlığa hizmet eden bir askeri diktatörlük hükmetti. Aşırı sağcı, eski bir paraşütçü olan Bolsonaro, eskiden Lula’yı destekleyen yoksul kitlelerin önemli bir kesiminin verdiği oyla seçildi.
Bu geriye gidişte en büyük sorumluluk sola ait! Lula ve Dilma Roussef’in İşçi Partisi, 13 yıl boyunca iktidarda kaldı ve onlara güvenen yoksul kitlelerin umutlarını boşa çıkardıkları gibi onlara ihanet ettiler. Kitleleri, siyasi açıdan hem silahsızlaştırdılar, hem de en büyük düşmanlarının kucağına ittiler. İktidara gelen reformist sol, ekonomik kriz ve sonuçları karşısında büyük burjuvazinin ve emperyalizmin sadık emir kulu olarak davrandı ve kirli işlerini üstlendi. Ardından bunu fırsat bilen ve kimsenin tanımadığı bir aşırı sağcı siyasetçi, koltuğa oturdu. Üstelik 20 yıl boyunca feci bir diktatörlük uygulayıp bir sürü cinayet işlemiş olan askeri yöneticiler aklanıp şimdi Anayasa ve Demokrasi bekçileri gibi görünüyor.
Aynı zamanda devrimci hareketin büyük çoğunluğunun da sorumluluğu var. Çünkü onlar, İşçi Partisi’nin kuyrukçuluğunu yapıp siyasetini desteklediler ve sömürülenler sınıfına, emekçi dostu geçinip, egemen sınıfa hizmet veren bu iktidarın ihanetine ilişkin gereken uyarıları yapmadılar.
Seçilen hükümet, ileride büyük tehdit oluşturacak ama Bolsonaro’nun seçim zaferi şimdiden bir tehdit. Zaten Brezilya’da toplumsal ilişkilerde şiddet yaygın. Yeni iktidar, silahlı çeteleri ve resmi polisi, gecekondu çetelerini ve de kırlarda toprak ağalarının silahlı çetelerini daha da cesaretlendirecek. Onlar da düzene karşı çıkanlara, sendikacılara, topraksız köylülere, mücadele edenlere veya rejime karşı gelenlere karşı uyguladıkları baskı ve şiddeti artıracak.
Birçok yoksul ülkede durumun gericiliğe doğru evriminin sonucunda, gericiler daha fazla güç kazanıyor; emperyalizme karşı olanları veya tepki gösterenleri, etnik veya dinci temellerde örgütlüyor.
1917-1919 yıllarındaki devrimci dalga, Rusya’da işçi sınıfını iktidara taşımış ve ezilen ülkelerde büyük bir yankı uyandırmıştı. Devrimci Rusya’dan esinlenen işçi sınıfı hareketleri, farklı biçimlerdeki emperyalist baskı düzenlerine karşı birçok sayıda değişik isyan ve mücadeleler geliştirmişti.
Devrimci dalga bitince Stalinizm mücadeleleri, uluslararası ölçekte radikal milliyetçi akımlara doğru yönlendirdi. Bu akımlar, kitleleri yanıltabilmek için bir süre komünizm bayrağının arkasına saklandı. Stalinizm tarafından doğrudan veya dolaylı olarak yetiştirilen Mao, Ho Şi Min veya Kim İl-Jung gibi ilk milliyetçi kuşak, iktidara gelince bazı yöntemler geliştirdi ve bu yöntemler, Asya’dan Güney Amerika’ya, Afrika’ya kadar, milliyetçi küçük burjuvazi tarafından, halk isyanlarını istedikleri şekilde yönlendirmek ve yönetmek için kullanıldı.
Stalinizm görevini yerine getirdikten sonra, ezilen ülkelerin küçük burjuvazisi, komünizm ve sosyalizm kelimelerini bile kullanmaktan vazgeçti ve artık milliyetçiliğin en gerici ve çağ dışı biçimlerine yöneldi. Elbette bu dönüşüm, yıllar boyunca, Latin Amerika’dan Afrika’ya kadar, farklı ulusal kurtuluş savaşları (Özellikle Cezayir’de) ve başarılı veya başarısız gerilla hareketleri şeklinde sürdü. İran’da 1979’da şaha karşı, açıkça gerici olan bir hareket, ilk başarılı halk isyanı oldu. Ardından dünyanın birçok yoksul ve ezilen bölgesinde çok farklı şekillere bürünmüş eski hareketler (dinci köktencilik, aşiretçilik, cemaatçilik) yeniden ön plana çıktı. Bu akımlardan esinlenen hareketler, başarılı olduklarında, emperyalizme karşı tavır alır ama uyguladıkları siyasetler, en iyi şekliyle hiç bir sonuç vermez ve genelde ezilenlere yeni zincirler vurulur.
Emperyalist baskıya karşı tek yeni olumlu çıkış yolu, sadece devrimci komünist hareketin gelişmesi ve proletaryanın bilinçli mücadelesiyle olanaklı.
Bugün bazı aydınlar, uluslar arası ilişkilerdeki bozulmanın bir düzeyde farkında oldukları ve bunun yeni savaşlara yol açabileceğini gördükleri için tüm zamanlarını, ileride bir dünya savaşının hangi eksende gelişeceğine dair tahminde bulunmakla geçiriyor.
Bazıları, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından çeyrek yüzyıl geçtikten sonra Batı bloğunun yeniden ABD önderliğinde, farklı olsa da, Rusya’ya karşı şekillendiğini görüyor. Şunu hatırlatmakta yarar var: NATO (Kuzey Atlantik Paktı) Sovyetler Birliği’ne karşı oluşturulmuştu. NATO, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra yok olmadı. NATO, önce eski Halk Demokrasisi ülkelerini, sonra Baltık ülkelerini içine aldı ve sürekli olarak eski SSCB ülkelerine, özellikle Gürcistan’ı ve Ukrayna’yı kendine çekmeye çalışıyor. NATO, ABD’nin Rusya’ya karşı uyguladığı yani, etrafını çevirme siyasetinin bir şekli.
Diğerleri ise Çin’i, ABD’nin en büyük rakibi olarak görüyor.
Şu tartışılmaz bir gerçek: Çin’de, Mao’yu iktidara getiren devrimden bu yana Çin, ABD emperyalizmi için bir sorun.
Son 70 yılda, Çin ve ABD ilişkilerinin gelişimi konusuna yeniden dönmek istemiyoruz. Son yılların tarihi artık, Mao rejiminin revizyonist Kruşef’e ve sonrasında gelenlere karşı gerçek komünizmi savunduğu iddisını silip süpürdü. Çin rejimi, komünist etiketini korumaya devam edip devlet partisi bunu iddia etse de, önceki özgünlüğünü, yani emperyalist güçlere boyun eğmeme iddiasından, çok büyük ölçekte vazgeçti.
Çin, son 30 yılda devletleştirilmiş ve dışa karşı kapalı bir ekonomiden, emperyalist güçlerin sermayesine kapılarını göreceli olarak bayağı açmış bir ekonomiye geçti. Rejim, yine diktatörlüğünü korusa da artık özel sermaye birikimine izin veriyor, hatta teşvik ediyor.
Çin, dünya pazarında önemli bir yer edinmeyi başardı. Bunu önemli ölçüde, uzun yıllar boyunca emperyalist güçlerin egemenliğine karşı kendini korumasına olanak veren devlet aygıtını kullanarak gerçekleştirdi.
Çinli yöneticilerin siyaseti ve sözleri ne olursa olsun, Çin devleti, işçi sınıfı devrimi sonucu oluşmadı. Devlet her zaman, bağlarını kopardığını iddia ettiği ulusal burjuvazi ile mesafe koyduğu dönemler dahil, ulusal burjuvazinin bir kısmına karşı tavır koysa da, genelde burjuvazinin ilerideki çıkarlarını savundu.
Çin burjuvazisi, Maocu siyasetin, daha doğrusu temel olarak köylülüğün Mao’yu iktidara taşıdığı köylü isyanının iktidarı sayesinde gelişen burjuvazinin, emperyalizminin birçok baskısına direnme olanağı olan bir devlet aygıtına sahip. Artık kimse (özellikle emperyalist güçler) Çin’in komünist etiketine inanmıyor. Çin’in farklı olmasının temelinde, hala daha birçok yönüyle geri kalmış ülke olmasına rağmen, emperyalizme karşı kafa tutabilmesi var.
Bugün Çin’e, ekonomisini geliştirme ve de uluslar arası çapta üst seviyede yer alabilmesine olanak sağlayan durum, devletçilik ve merkezi bir siyaset izleme olanağıdır. İşte bu devletçilik siyaseti ve dünyanın en kalabalık nüfusa sahip olma imkânı sayesinde Çin, hem askeri hem diplomatik bir güç oldu. Böylece başta Afrika olmak üzere birçok yoksul ülkeye yayılabildi ve ticari alanda eski sömürgeci güçlerle rekabet edebiliyor.
Çin’in ipek yolunu yeniden oluşturma projesi, Afrika’da ekonomik gücünü artırması, özellikle Cibuti’de ve başka ülkelerde kurduğu askeri üstler, bazı çevrelerin, Çin’in dünya barışını tehdit eden bir emperyalizm olduğunu söylemesine fırsat veriyor. Gerçek tehdit Çin değil, emperyalizm ve özellikle ABD emperyalizmidir. New York veya Seattle kıyılarında gövde gösterisi yapan Çin savaş gemileri değil; Çin kıyılarında gövde gösterisi yapan ABD savaş gemileridir.
NATO’nun, Asya’daki benzeri olan askeri ittifak SEATO dağıtılmış olsa da, Çin yine de ABD etrafında Tayvan’dan Japonya’ya, Güney Kore ile Filippinler’e kadar yayılan Doğu Asya ülkelerinden oluşan bir askeri güç tarafından kuşatılmış durumda.
ABD ile Kuzey Kore arasındaki gelişmeler, bölgedeki gerginliğin azalmasına yol açmış gibi görünüyor. 1950- 1953 yılları arasında bölgedeki askeri çatışmalar az kalsın bir dünya savaşına dönüşüyordu.
Kore savaşından ve özellikle dünyanın iki bloğa bölünmesinden kaynaklanan Kuzey Kore diktatörlüğü, Kim ailesinin yönettiği bir aile diktatörlüğe dönüştü ve kitlelerin emperyalist karşıtı duygularını kullanıp emperyalist baskılara karşı direnebildi.
Çin, Rusya’ya dönüşmüş olan Sovyetler Birliği ve ABD gibi büyük güçlerin ortasında bulunan Kuzey Kore, bir sorun gibi görünse de rejim bundan yararlanmayı bildi. Kim ailesinin iktidarda bulunan son üyesi Kim Jong-un, şu ana kadar pokere benzer bir oyunla, nükleer silah üretip ABD’ye kafa tutmayı başarabildi. Bu blöf aynı zamanda kendi kitlesine de karşıydı, çünkü bunu kullanarak milliyetçi duyguların sömürüsünü yaparak kemer sıkma siyasetleri uyguladı. Rejim böylece, bir yönüyle Küba’daki Castro rejimi gibi, emperyalizmden fazla zarar görmeden onun etki alanına girmeyi başarabildi. Emperyalist dünyada zayıf görünen ülkeler acımasızca eziliyor.
Bu hesapların doğru olup olmadığını gelecek gösterecek. Bu konuda da şu var, Kuzey Kore devletinin güvenliğini sağlayan aslında sahip olduğu küçücük atom bombası değil; bu daha çok Çin sayesinde. Çünkü Rusya ve hatta ABD emperyalizmi ve özellikle ön saflardaki Japonya, en azından bu dönemde, üç büyük gücü karşı karşıya getirecek bir gerginlik istemiyor. Trump ile Kin Jong-un’un görüşmesine rağmen bu bölge, dünyada en büyük gerginliklerin olduğu yer.
Ortadoğu ve Magrip
Ortadoğu en önemli gerginliklerin olduğu bölge olmaya devam ediyor. Farklı büyük güçlerin bölgenin zenginliklerine duydukları iştah nedeniyle ve bu nedenle yaptıkları askeri müdahalelerinden dolayı sürekli savaş yaşanıyor. Bunun sonucunda oluşan yıkımdan, gerginlikten ötürü, kitleler çok acı çekiyor.
Suriye’de rejimin farklı cihatçı grupların çoğunluğunu oluşturduğu muhalif güçlerin yoğunlaştığı İdlib’e yaptığı taarruzlarının ardından, iç savaşta son aşamaya gelmiş gibi görünüyor. Bu askeri harekatla birlikte Esat rejimi, Rusya ve Türkiye görüşmeleri sürüyor; Türkiye’nin muhaliflere yaptığı destekten vazgeçerek, gerekirse bölgedeki kitlenin bir kısmını göçmen olarak kabul etmesi gündemde.
Savaş, Şam rejiminin neredeyse ülkenin tümünde denetime almasıyla sonuçlanmaya doğru gidiyor. 2015’in sonundan itibaren Rusya’nın müdahalesi, rejime, askeri egemenlik olanağı sağlayıp ülkenin tamamen çökmesini ve başta IŞİD olmak üzere
İslamcı milislerin denetime alınmasını, yani Suriye’nin, Afganistan ve Libya gibi olmasını önledi. Rusya, ABD emperyalizmine, emperyalist düzeninin korunması için yardım etti. Buna rağmen ABD yöneticileri, Rusya’ya bir teşekkür bile etmiyor.
Rusya’nın bu müdahalesi, ABD’li ve Avrupalı müttefiklerine yardımcı olup Suriye’nin ve bölgenin tamamen kargaşaya sürüklenmesini engellemiş olsa da, Rusya ve İran, bölgede etkilerini arttırdı. Şimdi ABD ve Avrupa, buna karşı gelmeye çalışıyor. ABD ve
Avrupa yöneticileri, insani konuları bahane ederek protesto ediyor, ciddi deliller olmasa da Suriye’yi kimyasal silah kullanmakla suçluyor. Elbette bunları yapmalarının nedeni, bölgedeki kitlelerin kaderi ile ilgilenmeleri değil. Esas neden; Batılı güçlerin Suriye’de ve bölgede egemenliklerini korumak.
Emperyalist yöneticiler, Afganistan ve Irak yenilgisinden sonra, Ortadoğu’ya doğrudan müdahale etmemeye karar verdi. Geçici olarak Suriye’deki ve Irak’taki Kürt milisleri kullanmayı tercih ettiler. Bu milisler, cihatçı milislere karşı kendi öz nedenlerinden dolayı savaşıyordu. Sonuçta Kürt halkının ulusal hakları tanınmadı.
Emperyalizm, yine yerel ortakları olan İsrail, Suudi Arabistan ve müttefikleri ile birlikte hareket ediyor.
Suudi Arabistan, ABD’nin bölgesel müttefiki olarak rolünü güçlendirmek istiyor ve özellikle İran’a karşı duruyor. Suudi Arabistan, Katar önemli doğal gaz kaynaklarını birlikte işlettikleri için İran’la işbirliği yapmakla suçlayıp, Katar ile ilişkilerini kesti. Suudi yöneticiler, Suriye’deki cihatçı milisleri desteklemeye devam ediyor. Bir de Yemen’de, Arap Emirlikleri’nin de desteğiyle, kitleler için faciaya dönüşen savaşı destekliyorlar. Tüm bunlar için ABD emperyalizminin, özellikle Trump’ın ve ikiyüzlü davranan Fransa’nın desteğini alıyorlar. İran’ın bölgede artan nüfusunu engellemek iddiasıyla, bir defa daha, bir ülke tümüyle yıkıma sürükleniyor ve birbirine düşman milislerin egemenliği altına geçiyor. Kitleler, felakete sürükleniyor. Derneklerin tahminlerine göre 5 milyondan fazla çocuk, açlıkla karşı karşıya.
Trump’ın, kendinden önceki meslektaşının İran ile yaptığı nükleer anlaşmayı bozmasının ilk nedeni, İran’ın güçlenmesini ve bölgede etkisini artırmasını engellemektir. İran, petrol zengini, kalabalık ve eğitimli bir nüfusa sahip. Şahlık rejiminin yıkılmasından bu yana, göreceli bağımsız bir siyaset izlemeye çalışıyor. Batılı ülkelerle yaptığı nükleer anlaşmanın ardından, ekonomik ilişkilerini geliştirerek daha da güçlenmeye başladı. ABD emperyalizmi, bu anlaşmaya son vererek hem Avrupalı hem de yerel müttefiklerine kendi kararlarını dayatıyor. Örneğin son birkaç yıldır Washington ve Moskova ile ilişkilerini dengelemeye çalışan Türkiye’ye, ekonomisi için can alıcı olmasına rağmen, Iranla ilişkiye son verme emri verildi. Ayrıca Trump, Türkiye’ye yaptırım kararları alıp, Türkiye’nin ABD’ye ihraç ettiği çelik ve alüminyuma ek vergi uygulamaya koydu. Elbette ihracat hacmi sınırlı olduğu için bu karar, daha çok sembolik ve bu yolla, hem Türkiye’ye hem de başka rejimlere, bölgenin egemenliğinin ABD emperyalizmine ait olduğu ve bunun unutulmaması gerektiğini hatırlatmak istiyor.
Trump’ın, ABD’nin İsrail’deki büyükelçiliğini Telaviv’den Kudüs’e taşıma kararı, şüphesiz iç siyasi nedenle: Yahudi ve özellikle Evangelist seçmeni memnun etmek için ve aynı zamanda, ABD’nin bölgede en sadık müttefiki olarak kabul ettiği ülkelere destek için gösterdiği sert bir tutum. Filistin sorununu çözme girişimleri, uzun zamandan beri masala dönüşmüş olmasına rağmen Trump, Filistin sorununa adil bir çözüm getirme görüntüsü bile vermek istemiyor. Bunun sonucunda Netanyahu hükümeti ve İsrail aşırı sağı, daha cesaretlenip Arap toprakları üzerindeki İsrail yerleşimleri ve Batı Şeria topraklarının ilhakını arttırıyor. Filistin halkının haklarının tanınması ve kendi öz devletine kavuşabilme olasılığı daha da azalıyor. Gazze çevresinin etrafının kuşatılması ve İsrail yöneticilerinin uyguladığı siyasi baskı sonucu, burada yaşayan kitlelerin hayat şartları giderek katlanılmaz hale geliyor.
Türkiye’de başkan Erdoğan, eğer zamanında yapılırsa, ekonomik şartların kötüye gitmesinden dolayı iktidarı kaybetmekten korktuğu için Haziran 2018’de erken seçim yapma kararı aldı. Seçimi kazansa da ekonomik krizi engelleyemedi ve yazın, Türk parasının değeri çöktü. Ekonominin geleceğine güvenin kalmamasına Trump’ın, İran’a karşı dayattığı yeni ambargo ve ABD ile yeni gerginlikler eklendi. Türkiye’de ekonomik büyüme yıllarca banka kredileri sayesinde oldu ve yabancı sermayenin ülkeyi terk etmesinin sonucu olarak TL’nin değeri, diğer kalkınmakta olan ülkelerde olduğu gibi, önemli oranda eridi. Dolar ve avro ile borçlanmış olan bir sürü şirket, şimdi iflas etmiş durumda. Satın alma gücündeki ani düşüş, işten atılmaların artması, kitlelerin yaşam şartlarında hızlı kötüleşmeyle sonuçlanıyor. Erdoğan’ın uyguladığı diktatörlük, işçilerin tepkilerini tamamen susturamıyor.
Aslında toplumsal durumun kötüye gidişi tüm bölge için geçerli. 2017 sonunda ve 2018 başında, İran’da temel olarak kitlelerinin katıldığı bir isyan hareketi yaşandı. Irak’ta, yaz aylarında Basra’da kitleler, artık dayanılmaz aşamaya gelen duruma karşı, bölgeyi denetimi altında bulunduran Şii parti ve milislere karşı isyan etti. Hatta sosyal hareketlere alışık olmayan Ürdün’de bile haziranda, yaşam şartlarının feci kötüleşmesine karşı yürüyüş ve grevler yapıldı; başbakan istifa etmek zorunda kaldı. Savaş, yıkım ve bunların getirdiği ekonomik kargaşa tüm bölgede, kitlelerin yaşamının feci şekilde etkiliyor. Olayların tırmanmasıyla, milliyetçi, cemaatçi veya dinci hareketler, artık toplumdaki tepkilerin sosyal yaşama yönelmesini engelleyemiyor.
“Arap baharı”nın üzerinden 7 yıl geçti ve hareket çıkmaza girdi. Tunus’ta devrim denen olay rejimin görüntüsünün değişimiyle sonuçlandı ve en iyi şekliyle bazı özgürlükler getirse de sosyal durumu hiç iyileştirmedi. Toplumdaki kötüleşme sonucu Magrip’teki üç ülkede, (Tunus, Cezayir ve Fas) bazı bölgelerde isyanlar çıktı, öte yandan gençliğin bir kısmı göç ediyor. Mısır’da, Mübarek diktatörlüğü yerine şimdi daha fecisi, El-Sisi diktatörlüğü geçti. Suriye’de, Esat diktatörlüğünü yıkma girişimi iç savaşa dönüştü ve durum o kadar kötüye gitti ki şimdi rejimin zaferi, kötünün iyisi gibi görünüyor. Libya’da Kaddafi rejimine karşı yapılan başkaldırının ardından emperyalizm, kitle katliamını önleme iddiasıyla müdahale etti ve bu da ülkeyi kargaşaya sürükledi. Şimdi farklı silahlı milisler, kendi aralarında savaşıyor ve onların arkasında başta Fransız ve İtalyan emperyalistleri olmak üzere, emperyalistler arası rekabet var. Tüm bölgede emperyalist güçler, halklara karşı kendi çıkarlarını korumak amacıyla en gerici güçleri destekledi; üstelik bunu bölgedeki durumun tamamen denetim dışına çıkma riskini göze alarak yaptılar.
Yeni sosyal patlamalar kaçınılmaz. Bunların ne zaman ve nerede olacağını önceden kestirmek mümkün değil. Ancak siyasi iktidarı, yerel burjuvazinin elinden alabilecek ve emperyalist düzene karşı çıkacak devrimci proleter güçler var olmadığından isyanlar, yeni çıkmazlarla sonuçlanabilir.
ABD ve Trump dönemi
Trump 2016’da “ABD’yi yeniden yüce” yapma vaadiyle seçildi. Aslında daha çok gerici fikirleriyle öne çıktı. Artık onlarca yıldan beri ABD’de her yeni iktidar, bir öncekine göre daha sağ siyaset izliyor. Ancak öncekiler, ister demokrat ister cumhuriyetçi olsun, hepsi aldıkları kararları kabul ettirmek için en azından bir ilerici cilası katıyordu. Trump hiç oralı değil, ırkçı ve kadın düşmanı kararlarıyla övünüyor. Örneğin kadınların haklarına karşı çıkıyor; siyahileri öldüren polisleri destekliyor; tepki gösteren siyahi sporculara hakaret yağdırıyor; Anayasa Mahkemesi’nin başına bir kadının ırzına geçmekle suçlanan bir savcıyı atıyor; silah tüccarlarını açıktan açığa destekliyor… Göçmen çocukları ailelerinden ayıran ilk başkan değil ama bununla övünen ilk başkan. Yani, sağa doğru bir devrime giden yola girdi; ırkçı ve eski usul cinsiyetçi davranışları onaylıyor. Böylece aşırı sağı cesaretlendirip işçi sınıfı içerisinde var olan bölünmeleri körüklüyor, işçilerin yaşam şartlarının kötüleşmesini örtmeye çalışıyor.
Trump siyasi demagojisinin ötesinde, öncelikli olarak zenginlere hizmet vermek için çaba harcadı. 2018’in başında bir vergi reformu kanunu geçirdi; önümüzdeki on yıl içerisinde 1 trilyon 700 milyar dolarlık vergi indirimi olacak. Bu indirim eşit değil. 1 trilyon 400 milyarı büyük şirketlere ve en zengin %5’tekilere; geriye kalan 300 milyar ise %95 arasında paylaşılacak. Daha önceki Reagan, Bush ve Obama dönemlerinde olduğu gibi vergi indirimi, vurgunculuğa gidecek ve bir avuç zenginin daha da zenginleşmesine yarayacak.
Mali borsalarda rekor kırılıyor, hatta bir sürü burjuva iktisatçı bile borsadaki değerlerin çok aşırı yüksek olduğunu belirtiyor. Eğer önümüzdeki haftalarda borsa çöküşü yaşanırsa, bu defa ABD 2008’deki gibi bankaları kurtaramayacak. Her geçen yıl, bütçe açığı büyüyor ve kamu borcu fırlıyor. Yeni bir borsa çöküşü için şartlar oluştu; Trump, Hazine ve Merkez Bankası yöneticileri, bankacılar ve büyük kapitalistler, gelecek için endişeli. Yine de kendilerini güvende hissediyorlar; tıpkı Titanic gemisinin birinci sınıf yolucuları gibi gemi batarken orkestranın çaldığı müziği dinlemeye devam edip cankurtaranların onları kurtaracağına güvenirken, üçüncü sınıf yolcuların boğulacağı kesin!
Trump Birleşmiş Milletler toplantısında övünerek “ABD ekonomisi her zamankinden çok daha iyi. (…) İşsizlik rakamları son 50 yılın en alt seviyesinde” dedi. İşsizlik resmi verilere göre %3.9, yani 1969’dan bu yana en düşük seviyede. Yani Avro bölgesi ülkelerinin resmi verilerine göre ortalama iki kat daha düşük. Obama döneminde işsizlik %5-6 civarında iken, Trump bunun doğru olmadığını gerçek rakamın %28-29, belki de %35, hatta %42 olduğunu söylüyordu. Aslında gerçek işsizlikte hiç iyileşme yok. Elbette 2010’dan bu yana bazı istihdam alanları açıldı. Ancak emekçilerin bir bölümü güvencesiz, yarım günlük işlerde çalışıyor, hatta zar zor geçinebilmek için bile birkaç işte birden çalışmak zorundalar ve buna rağmen yoksulluk sınırının altındalar. Aslında çalışabilir durumda olup çalışan veya iş aramayanların oranı 2008’de %66 idi ve bu rakam şimdi %62.7’ye düştü. 25 ile 54 yaş arasındaki 24 milyon kişi çalışmıyor. Bu rakam, ev kadınları ile sınırlı değil. İşin gerçeği; bir yanda emekli olduğu halde geçinemediğinden çalışmak zorunda olan insan sayısında artış var, diğer yanda gittikçe daha çok sayıda kişi, çoğu zaman yıllarca çalışmış olmasına rağmen, toplum dışına itiliyor.
Korumacılığın etkileri ve sınırları
Trump, sanayideki yoğun iş olanaklarının son 40 yılda kısıtlanması sonucu işsizlikten etkilenen bazı kesimlerin oyunu, korumacılık vaatleriyle alarak seçildi. Aradan 2 yıl geçtikten sonra 6 Kasımda yapılacak ara seçim, Trump’ın seçmen kitlesini koruyup korumadığı gösterecek. Trump’ın siyasetinden, yalanlarından ve rezaletlerinden nefret edip Demokratlara oy verenler, belki de Trump’ın ikinci dönem başkanlığını zora sokacak. Ancak seçimin Demokratları iktidara yaklaştırması, ABD burjuvazisinin kendi devleti üzerindeki egemenliğini sarsmayacak.
Şu ana kadar korumacılık önlemleri daha çok Çin’i hedef aldı. ABD’nin, Çin ile olan dış ticaret açığı 2000 yılında 80 milyar dolar iken 2017’de 335 milyara fırladı. Artık ABD’ye giren birçok Çin ürününe vergi ve kısıtlama uygulanıyor. Çin de buna tepki gösteriyor ama olanakları sınırlı: Çin, ABD’den, ABD’nin Çin’den aldığının üç katı daha az ürün ve hizmet satın alıyor. Yani bir ticari savaş durumunda ABD daha az zararlı çıkacak. ABD’nin, Avrupa ile olan ticari ilişkilerinde sonuç 100 milyar dolar civarında ABD aleyhine. Trump, kendi ülke şirketlerinin sadık bir savunucusu olarak rakiplerin olanaklarını kısıtlamak istiyor. Bu amaçla Trump, Avrupa Birliği ülkelerinin oluşturduğu gümrük birliğine rağmen tek ve merkezi bir devlet yapısına sahip olmama ve kendi aralarında bölünmüş ve rekabet halinde olmaları kozunu kullanabilir. Aynı zamanda dünya ticaretinde dolar kullanımının zorunluluğunu kullanıyor. Örneğin bunu bir silah olarak kullanarak, Avrupa’nın büyük şirketlerine İran pazarını terk etmelerini dayatıyor. Tüm bunlara ek olarak ABD’nin askeri gücünü kullanıyor.
Trump’in kendi burjuvazisinin çıkarlarını korumak için yaptıklarının listesine bir de, Meksika ile ağustos sonunda imzaladığı Alena ticaret anlaşmasındaki değişikliklere, Kanada ile yaptığı değişiklikler, eklenebilir. Bu yeni anlaşmalar, eskilerinden çok farklı olmasa da ABD, tarım ürünlerinin, Kanada pazarına daha büyük miktarlarda girme olanağını ve bu üç ülkede üretilen otomotiv parçalarının, Asya ülkelerine göre daha büyük miktarlarda üretme hakkını tanıyor. Bir de Meksika’ya haksız rekabet yasağı getiriyor ama bu yasa ne Meksikalı ne de ABD’li emekçilere bir güvence getirmiyor.
Trump iktidarının uygulamaya çalıştığı esas siyaset, aslında bir ticaret savaşından çok ABD’nin rekabet gücünü geliştirmek. Örneğin şu ana kadar duyurduğu birçok koruyucu gümrük önlemlerini uygulamaya geçirmedi. Bazı kapitalistler, gümrük duvarlarının yükseltilmesi taraftarı olsa da, ABD burjuvazisi genelde ticaret savaşı taraftarı değil. Onu temsil eden Demokrat Parti ve Cumhuriyetçiler, ticaret savaşına karşı. Michigan’daki otomotiv fabrika sahipleri, iç pazardaki Kore ve Japonya kökenli arabaların payını azaltmak istiyor ama bu arabaların çoğu ABD’nin güneyinde üretiliyor. Bir de ABD araba şirketleri, satın aldıkları çeliği, ABD ürünü olsa bile, daha pahalıya satın almak istemiyor! Ek olarak arabalarını tüm dünya pazarında satmaya devam etmek istiyorlar. Şu anda bazı şirketler, ABD devlet kurumlarına, binlerce müracaat yaparak muafiyet isteyip ek vergilendirilmiş çelik ve alüminyum satın almak istemediklerini belirtiyor. Üstelik ABD’nin, Çin’den ithal ettiği ürünlerin önemli bir bölümü, her şeyden önce ABD kapitalistlerinin cebini dolduruyor. Örneğin Çin’de monte edilmiş iPhone’lar temel olarak Apple’ın kârını oluşturuyor.
Bir de şu var: ABD’nin ekonomik savaşta silahı, gümrük vergileriyle sınır değil; başka, daha etkili silahları var. Uluslar arası ticarette genellikle dolar kullanılıyor. ABD ürettiğinden çok daha fazla tükettiğinde, açığı kapatmak için karşılıksız dolar basıyor veya ticari açığını kapatmak için borçlanıyor. Bir de ABD son 30 yıl içerisinde sanayide 5.5 milyon istihdam sahasını, yani toplamın %30’unu kaybetmiş olsa da, ülkenin toplam sanayi üretimi %60 arttı. İstihdamdaki azalma, üretkenlik oranlarının artmasından ve kapitalistlerin doymak bilmezliklerinden kaynaklanıyor.
Trump’ın daha çok 6 Kasım seçimleri nedeniyle uluslar arası ticaretle ilgili yaptığı açıklamaların, bazı ticari korumacılık önlemleriyle sonuçlanıp sonuçlanmayacağını ve bunların sonuçlarının ne olacağını bilemeyiz. Ancak şunu söyleyebiliriz; emekçilerin, burjuvazinin bir çeşit ekonomik siyaseti olan serbest ticaretten bir kazancı yok ama onun bir başka siyaseti olan korumacılıktan da kazanacağı bir şey yok.
Rusya ve Ukrayna: Dünya ekonomik krizi çekici ile iç kriz örsü arasında
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından bu yana çeyrek yüzyıldan fazla zaman geçti ve ondan geriye kalan en önemli güç olan Rusya, krize saplanan kapitalist dünyada bir yer edinmekte zorlanıyor. Krizin daha da kötüye gitmesinden dolayı, bunu başarması zorlaşıyor. Çünkü dünyanın hakimi olan büyük emperyalist güçler arasındaki rekabet, gittikçe tırmanıyor. Bu nedenle Çin, Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika ile birlikte BRİCS’den biri olan Rusya’nın da, yeni bir yer edinmek istemesine rağmen, emperyalist dünyada güzel bir köşe bulması oldukça zor.
ABD ve Avrupa Birliği’nin 2014’ten bu yana, Kırım’ın ilhak edilmesini bahane gösterip Rusya’ya karşı uyguladığı ekonomik ve mali yaptırımların esas amacı, tıpkı ticari gerginliklerin arttığı bir ortamında Çin gibi ülkelere karşı uygulanan yaptırımlar gibidir.
Rusya, bir süre ve kendisine öz sebeplerle Suriye’de büyük güçlerle aynı safta yer alsa da, bir çeşit soğuk savaş dönemi sürdü. Kremlin bir ara, uluslar arası topluluğun, yani batılı güçlerin, birinci derecede önemini tanıdığını iddia etse de gerçekte ikinci derecede bir rol biçilmişti. IŞİD’ın askeri olarak yenilmesinde birinci rolü oynaması, bu gerçeği değiştirmiyor. Üstelik Rusya, bu rolünü bitirince ABD ve müttefikleri, gerektiğinde askeri güç de kullanarak, önünü kesmeye ve bölgede etkinliğini arttırmasına engel oldular.
Rusya, emperyalist dünya için gerçek bir tehdit değil. Buna rağmen emperyalizm, kapitalist dünyanın kriz bataklığında batmaya devam ettiği ve çıkış yolu göremediği bir ortamda, tüm dünyayı daha sıkı denetimi altında tutmak istiyor.
Ukrayna başkanı Poroçenko, eylül sonunda ülkesinin durumunu anlatırken Rusya’ya karşı “NATO’nun Doğu kanadıyız” dediğinde aslında farklı bir şey söylemedi. Kiev, NATO üyesi (en azından şu ana kadar) olmamasına rağmen, Washington ve müttefikleri, bu Rus karşıtı rejimini ayakta tutuyor ve onu bir tür savaş ganimeti olarak görüyor.
Rusya, eski Sovyetler Birliği’nin ikinci büyük gücü olan Ukrayna’nın kaybına tepki olarak 2014’de Kırım’ı “anavatana” bağladı ve de Ukrayna’nın sanayi bölgesi olan doğudaki Donbass’ı koparıp ayırdı.
Rusya ve Batı arasındaki kavga, Ukrayna üzerinden yapılıyor ve bunun sonucu olarak on binden fazla insan öldü, yüz binlerce insan göçmen durumuna düştü, büyük yıkım oldu; Rus ve Ukrayna toplumlarında irin dolu bir ortam yarattı.
Bu durum, Ukrayna’da büyük bir milliyetçi akımın gelişip aşırı sağı meşrulaştıran, oligark-mafya çetelerinin egemenliğine, nefret edilen eski Başkan İanukoviç’in dönemindeki yozlaşmadan daha fazla yozlaşmaya yol açtı. Rejim o kadar çok yozlaştı ki, başkanlık seçiminin yaklaşması nedeniyle bazı çevreler, tıpkı Rusya’da, Yeltsin’in yıkımlarını gideren Putin rejimi gibi, güçlü bir iktidarın gerekli olduğunu savunuyor.
Rusya’da, Kırım’ın “sonsuza kadar” geri dönmesini kullanan Putin, havayı aşırı milliyetçilikle zehirledi. Putin, bu olayı ulusal bayram ilan edip Rusya’nın eski yüce dönemine dönmesinin bir kanıtı olarak gösteriyor ve böylece kitleleri kendine çekip Rus bürokrasisine bağlayıp kötü yaşam şartlarını unutturup isyan etme isteğinin önünü kesmeye çalışıyor.
Bu durum, geçen martta Putin için yararlı oldu; dördüncü defa başkan adayı olan Putin, rol gereği aday olan bir sürü sözde rakip karşısında, gerçek rakibi olan ırkçı avukat Navalni’i de devre dışı bakarak, çok kolayca seçildi. Navalni, yolsuzlukları eleştirdiği ve pazar ekonomisini övdüğü için Rus küçük burjuvalarının ve Batılı medyanın övgüsünü alıyor.
Putin’in seçim zaferi hemen Kremlin’de kutlandı. Ancak dünya futbol kupasına ev sahipliği yaptığı bir ortamda, son yirmi yıldan bu yana ilk defa, emeklilik yaşını erkekler için 5, kadınlar için 7 yıl daha uzatmak istediğinden toplumsal bir muhalefetle karşılaştı.
Putin, seçim kampanyası döneminde emeklilik reformundan hiç söz etmedi ve bunu haziranda başbakan aracılığıyla duyurdu; eğer dünya kupasının gürültüleri bu popüler olmayan reformun tepkilerini ört bas etmeye yetmezse o zaman suç, duyuran kişinin üzerine yıkılabilirdi. Kremlin, bir önlem yerine iki önlemi tercih ettiği için dünya futbol kupasını fırsat bilerek maçların oynandığı büyük kentlerde yürüyüş yasaklandı.
Reforma karşı çıkıp iptalini isteyen, sendikaların örgütlediği bir imza kampanyası, birkaç günde 3 milyon imza topladı. Ardından, yasaklar ve yaz tatilinin gelmesine rağmen binlerce ve bazen on binlerce insanın katıldığı yürüyüşler yapıldı.
Bu eylemleri tertipleyen küçük sendikalar ve muhalefet diye damgalanan partiler, sıra ile yürüyüşleri üstlendi ama kesinlikle fabrikalardaki işçilere doğrudan seslenmediler, hiçbir şekilde grev çağrısı yapmadılar. Oysa iktidarın saldırıların hedefinde doğrudan emekçiler var. Reforma tepki büyüdü ve geniş kitleler, tepkileri benimsedi; Putin’in popülaritesi yıprandı. Buna rağmen eylemleri tertipleyen sendika ve partiler, hareketin daha geniş kitlelere yayılması için çağrı bile yapmadı ve gayret sarf etmediler. Çünkü toplumsal ve siyasi tepki büyürse, o zaman iktidarla karşı karşıya gelecekler ve onlar böyle bir şey istemiyor.
Yaz sonuna gelindiğinde Putin, hakem havasına bürünüp reformu iyileştirme numaraları yapınca sendikalar ve muhalefet partileri, hemen onu onayladı.
Bu da hareketin sonunu getirdi ama yine de geriye şu kaldı; harekete olumlu bakan milyonlarca erkek ve kadın, harekete fiilen katılmamış veya katılamamış olsa da, üç ay boyunca gördüklerini unutmayacak. Yani “iyi Çar”, rejimi ve onun hizmet verdiği bürokrasinin üst kademeleri, oligarklar, bildiri ve yaftaların teşhir ettiği gibi onları “mezara kadar” çalıştırmak istiyor; onlarla bizim aramızda temel bir çıkar çelişkisi var; onların, yani zenginlerin, sömürücülerin, asalakların emrinde devlet ve kurumları var ve iktidardaki parti, Rusya Birliği var. Emekçilerin temel eksikliği, siyasi ve sınıf çıkarlarını savunan bir partinin olmaması.
Krizle boğuşan Avrupa Birliği
25 Mart 1957’de Roma anlaşması ile Avrupa’nın parçalanmışlığının sonuçlarını gidermek için Avrupa Ortak Pazarı oluşturulmuştu. Avrupa’nın ulusal devletlerinin, ABD gibi büyük rakiplerinin çok geniş alanları vardı ve parçalanmış Avrupa devletleri, zorla nefes alıyordu. Avrupa Birliği’nin bu sorunu çözmek için şimdiye kadar yaptığı tüm girişimler, Avrupa halklarının birliğinin nasıl olabileceği ve olması gerektiğine göre çok zavallıca kaldı.
Emperyalist Avrupa devletleri ile ABD arasındaki rekabet, 2008’deki mali krize kadar inişli çıkışlı olsa da yolunda gitti ama bu tarihten sonra büyüdü. Avrupa burjuvazilerinin, büyüyen mali kriz ortamındaki kızışan rekabete karşı, ABD gibi güçlü rakipleriyle baş edebilmesi için birlikte hareket etmeleri gerekiyor. Ancak AB, hem büyük rakip ABD’nin saldırılarına karşı kendini korumaktan aciz hem de inşa edildiği söylenen birlik, çatırdıyor. Hatta büyük iddialarla oluşturulan ortak para birimi avro, kriz karşısında sözde ortak olduğunu, gerçekte öyle olmadığını gösterdi. Örneğin emperyalist Almanya’nın ve Fransa’nın güçlü avrosu, Yunanistan ve Portekiz’in zayıf avrosuna saldırdı ve belki, yarın İtalya’nın avrosuna saldıracak.
2008 krizinden bu yana AB, sürekli iki kriz arasında gidip geliyor. Mali kriz önce ABD’de başlamış olmasına rağmen, Avrupa’yı aynı, hatta daha şiddetli etkiledi. Avro krizi, ardından Yunanistan’ın sert bir şekilde hizaya çekilmesi, Brüksel’deki AB yönetimine karşı Doğu Avrupa ülkelerinin oluşturduğu Visegard, isyan bayrağını çekti, Brexit ve sonuçları; göçmenlerin yarattığı kriz; yani AB devletlerinin göçmenleri kabul etmeyip takındıkları iğrenç tutum var. Şeklen görünen birlik, hem ekonomik hem de siyasi açıdan hızla parçalanıyor.
Bugün Avrupa, daha çok ekonomik kriz ve bunun sosyal ve siyasi sonuçları açısından birlikte hareket ediyor. Tüm AB ülkelerinde burjuvazi, işçi sınıfına saldırıyor. Tek fark, saldırıların şiddetinin ülkeye göre değişmesi. Her yerde kriz nedeniyle yoksulluk artıyor; özellikle kriz yüzünden işsiz kalanların yoksulluğu.
Elbette Avrupa’da emperyalist ülkelerle diğerleri arasında bir fark var. AB ülkeleri arasında sözde eşitlik var ama bu sözde eşitlik, emperyalist Avrupa ülkelerinin, diğerleri üzerindeki egemenliğini yok etmiyor. Bunun en basit örneği Yunanistan. Yunanistan’da kitlelere ağır bir kemer sıkma siyaseti uygulandı ve bundan Alman, Fransız ve İngiliz bankaları yararlandı.
Her türlü milliyetçiliği ve korumacılığı savunanlar, örneğin Fransa’dakiler, sıkça emekçilere rekabet ettiklerini iddia ettikleri Polonyalı su tesisatçısını veya Bulgar ya da Romanyalı kamyon şoförlerini örnek gösteriyor. Ancak Renault, PSA (Peugeot), Mercedes veya Toyota gibi büyük şirketlerin Doğu Avrupa ülkelerinde kâr getiren şirketleri satın aldıklarını ve bu ülkelerdeki emekçilere, emperyalist ülkelerdekine göre 2-3 katı daha düşük ücret ödediklerini söylemeyi unutuyorlar.
Avrupa ekonomisinin, sıkıştırıldığı dar ülke ekonomilerinde boğulmakta olduğu gerçeği, bir yüzyıldan fazladır ortada. Troçki yüz yıl önce, Avrupa devletlerinin, Avrupa kıtasını birleştirme ve bu birleşme sayesinde insanlığa ileri adım attırma yeteneği olmamasını eleştiriyordu.
Avrupa, büyük bedel ödeyerek emperyalist burjuvazinin rekabetinden dolayı iki tane dünya savaşı yaşadı. Çünkü farklı taraflar, ekonomik gelişmeler karşısında savaşın şiddetini, birleştirici güç olarak kullanmak istedi.
Avrupa’nın son hali, farklı ulusal çıkarların şoku, devletlerin birlikte karar alma mekanizmasını oluşturamama gibi, dağılma sürecine çözüm getirememe gibi durumlar, AB’nin yarım yüzyıllık inşasının ne kadar yüzeysel ve kırılgan olduğunu gösteriyor. Çünkü birlik, çelişkili ve dağılmaya açıktı.
Devrimci komünistler, bütün sınırları kaldırıp, bölünmeleri yok ederek Avrupa’yı birleştirme hedefi için çalışır. Bu, tüm Avrupa halklarının kendi geleceklerini tayin hakkı ile çelişmez, tam aksine onların birlikte hareket etmesinin yolunu açar.
Ancak tarih bir defa daha şunu gösteriyor; böyle bir birlik, farklı ulusal burjuvazilerin kendi aralarında yaptığı pazarlıkla mümkün değil. Ancak kıtadaki tüm burjuva iktidarlarının bir devrim yoluyla yıkılıp iktidarın işçi sınıfının eline geçmesiyle mümkün.
Önümüzdeki AB seçimlerinde iki farklı cephe iki farklı siyaset savunacak. Bir tanesi AB’ni daha ileriye taşıma, diğeri ise buna karşı olacak. Aslında demokrasi açısından, Fransa’da şimdiye kadar sol ile sağ arasında yaşananlara çok benziyor. Ne Avrupa’nın ne de halklarının durumu, bu iki cephenin umurunda.
Burada şunu da görmek gerek: Macaristan, Polonya, Slovakya, Avusturya ve son zamanlarda İtalya’nın, göçmenleri ülkelerine kabul etmemek için ileri sürdükleri nedenlerle Macron ve onun gibilerinin daha insancıl gibi görünmeleri temelde fark etmiyor. Tek fark, onların daha ikiyüzlü olmasıdır. Örneğin Orban, göçmenlerin geçeceği karayollarını tel örgülerle kapatıyor, Macron ise “insancıl” olduğunu söylemesine rağmen, kurtardığı göçmenleri taşıyan gemilerin Fransız limanlarına uğramasını yasaklıyor. Macron, Orban gibi açıkça şövenist fikirleri kullanmıyor. Ancak Macron, göçmenlerin AB ülkelerine kabul edilmesi için tüm ülke başkanlarının, Orban dahil, onay verme şartını getiriyor.
Bir insanın, Avrupa topraklarında doğmuş olsun veya olmasın, Avrupa’nın her hangi bir ülkesine serbestçe gidebilmesi ve isterse yerleşebilmesi en demokratik temel haklarından biridir.
Devrimci komünistler, bu temel dayanışma prensibinin de ötesinde, göçmenlere karşı olmanın kapitalist toplumun yozlaşmasının bir göstergesi olduğunu teşhir edip göçmenlerin, işçi sınıfının bir parçası olmasını ve birlikte mücadele edilmesini savunmalı.
Avrupa’nın birleşememesinin nedeni; bir insanın, bir partinin veya siyasi bir çevrenin acizliği değil. Burjuvazinin acizliği. Burjuvazi artık topluma en küçük ilerici bir şey getirmekten aciz. Hatta burjuvazinin acizliği, genelde egemenlik hayallerini ve aşırı sağ fikirleri körüklüyor.
Devrimci komünistler, ister ulusal ister Avrupalı olsun, tüm burjuva kurumlarına karşı, proletaryanın siyasi çıkarları ve enternasyonalizm temelinde mücadele eder. Emekçilere doğrudan veya dolaylı yollardan, ulusal burjuva devletinin ve egemenliğinin, Avrupa burjuvazisine karşı bir güvence olarak sunmak, ulusal egemenliğini savunan burjuva partileriyle kırıştırmak, gerici bir aptallık. Ekonominin her geçen gün dünya çapında toplumsallaştığı bir ortamda, devletlerin ulusal temellerde daha fazla bölünmesi, burjuva iktidarının en gerici yönlerinden biri. İşte dünya çapındaki toplumsallaşma, komünist devrimi hem mümkün kılıyor hem de insanlık için denetleyebileceği, daha ileri bir toplum yaratmayı olanaklı kılıyor.
Komünist parti ve devrimci bir enternasyonal inşa edilmeli
Kapitalizmin sürüp gitmekte olan krizi, serbest rekabet dönemindeki gibi ekonominin kısa sürede yeniden canlandığı bir kriz değil. Zaten Lenin “emperyalizmi” yani kapitalizmin son aşamasını anlattığında serbest rekabet dönemi bitmişti: “Bu durum, bilinmeyen bir pazar için üretim yapan birbirinden kopuk üreticiler arasındaki o eski rekabetten çok farklı… Üretim toplumsallaşıyor ama mülk edinme (ya da el koyma biçimi) özel kalmaya devam ediyor. Toplumsal üretim araçları hala küçük bir azınlığın mülkiyetinde. Şeklen kabul edilen serbest rekabetin genel çerçevesi yerli yerinde durmakta ama bir avuç tekelcinin, toplumun geri kalan kesimi üzerindeki boyunduruğu her geçen gün daha ağır, daha sıkıntı verici, daha göz yumulmaz duruma geliyor… Kapitalizmin gelişimi öyle bir aşamaya ulaştı ki, meta üretimi ‘hükümranlığını’ hala devam ettiriyor ve ekonomik hayatın temeli olarak görülüyor olsa da, aslında ciddi bir şekilde sarsıldı ve kârın aslan payını, mali alanda manipülasyon yapan ‘dahiler’ alıyor. Manipülasyon ve düzenbazlıkların temelindeyse toplumsallaşmış üretim var; fakat toplumsallaşma aşamasına ulaşmış olan insanlığın kaydettiği muazzam ilerlemenin kaymağını vurguncular yiyor.”
Şimdiki kriz, bir medeniyet krizi. Uluslararası ilişkilerden kişisel ilişkilere kadar her şeyi kokuşturuyor. Trotçki, Geçiş Programında, “sosyalizm için gerekli şartların oluşmadığını” savunan kötümserlere cevap olarak şunu yazmıştı; “proleter bir devrim için şartlar oluşmakla kalmayıp, artık çürümeye başladı bile.”
Kapitalizm, yol açtığı her iki Dünya Savaşı sonunda ayakta durmayı başardı. Ancak birincisinden sonra İkinci Dünya Savaşı’nın hızla birbirini takip etmesi, çözümün ne kadar köksüz olduğunu gösteriyor. Şimdiki kriz, 1970’lerde başladı ve inişli çıkışlı, özellikle inişli devam edip ekonomiyi ve siyaseti yavaş yavaş bataklığa sürüklüyor. Bu da bize İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki çözümün da ne kadar yüzeysel olduğunu gösteriyor.
Kapitalizm varlığını uzatarak sürdürse de toplumsal hayat can çekişiyor. Örneğin yeryüzünde 700-800 milyon civarında kadın, erkek ve çocuk açlığa mahkum edildi, insanlığın herkesi fazlasıyla doyurabileceği bir ortamda, açlık her geçen gün yayılıyor. Bir avuç asalağın dünya zenginliklerini ve büyük üretim araçlarını ellerinde tekelleştirmesi, şimdiye kadar görülmemiş şekilde, sürekli artıyor. Dünyada bu zıt iki kutba bölünmenin feci sonuçlarından çok anlamlı bir örnek: Kapitalizm zirvesi olarak görünen ABD, 1960’lı yıllarda açık farkla en uzun ortalama ömrün olduğu ülkeydi; şimdi o kadar büyük gerileme oldu ki ABD, bazı Asya ülkelerinin altına düştü. Çünkü ABD’de, tıpkı Fransa’daki gibi, sosyal güvenlik hizmetleri sıfırlanıyor.
İnsanlık, İkinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı yüz milyondan fazla insanın ölümü ve devasa yıkımın altından, devletçilik siyaseti ile kalkabilmişti. Devletçilik, burjuva devletlerince uygulandı. Burjuvaziyi felaketten kurtulabilmek için devlet, kapitalizmin normal işleyişi olan serbest rekabet ve özel mülkiyet rolünü üstlendi. Yani burjuvazi, fiilen toplumun ve ekonominin gidişatının, toplumsal çözümleri dayattığı gerçeğini görmek zorunda kalıp kendi çözümlerinin kötü olduğunu kabul etti.
2008 krizinin kötüleşmesi sonundaki mali çöküş karşısında, yani kapitalizmin normal işleyişi sonucu mali sektörün çelişkilerini, feci ve iğrenç sonuçlarını, devletler bir kez daha müdahale edip üstlendi ve kapitalizmi kurtardı. Ancak devletin uyguladığı bu dermana rağmen kapitalizmin kangreni giderek büyüyor.
İnsanlığı tehdit eden savaşlar, fazla yayılmasa bile, yerel savaşlarla sınırlı değil. Artık insanlık kendi faaliyetleriyle, bunların amacı olmasa da, yok olma tehdidi ile karşı karşıya. Giderek daha çok sayıda bilim insanı tehlike çanlarını çalarak küresel ısınmaya, okyanusların kirlenmesine, doğanın sorumsuz ve geri dönüşü olmayan tahribine, su seviyesinin yükselmesine karşı önlem alınmazsa, insanlığın yok olabileceği uyarılarını yapıyor.
Ancak gerekli önlemleri kim alabilir?
Çevrecilerin, içlerinden en samimi olanlar dahil, bu soruya cevapları yok. Çünkü bu sorunun cevabı sadece toplumsal hayata, hep birlikte hareket eden ve kaderine egemen olan insanlığın ortak çözümü ile mümkün. Ancak çözüm, şu veya bu aşamada üretim araçlarının özel mülkiyeti ve kapitalizmin özündeki anarşik üretim sistemiyle engelleniyor.
İnsanlık şimdiye kadar, toplumsal sorunlarına karşı, bütün insanlığı kapsayacak seviyede hareket ederek çözüm bulmak zorunda kalmamıştı.
Bilim ve teknoloji, internetin ile iletişim olanaklarına kadar tüm alanlarda şimdiye kadar insanlığa görülmemiş seviyede birlikte karar alıp uygulama olanağı var.
Ortak çıkarlar ile özel çıkarlar arasındaki çelişkilerden dolayı şimdiye kadar insanlığa görülmemiş seviyede tehdit oluştu.
Proletaryanın kendisi de kokuşmakta olan kapitalizmin ahlakından, bencilliğinden, her türlü cemaatçilikten yaygın olarak etkilendi. Lenin çok önceleri şuna vurgu yapmıştı: “İşçi sınıfı diğer sınıflardan bir Çin setti ile ayrılmış değil. O da emperyalist ideolojiden etkileniyor.” Lenin bu gözlemi “Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” kitabında, tam da dünya savaşının ortasında yapmıştı. 1916’nın ilkbaharında, yani Rus Devriminden ve onu takip eden devrimci dalgaların yayılmasından sadece bir yıl önce.
Çünkü proletarya, Marks’ın yaşadığı dönemde olduğu gibi, burjuvaziye ve kapitalizme karşı sınıf çıkarları temelde zıt tek sınıftır. O, nesnel olarak toplumsallaşmaya yönelen tek sınıftır. O, insanlığın karşı karşıya kaldığı sorunlara, toplumsal çözümler getirebilecek tek sınıftır. Geçiş Programı’nın şu ifadeleri her zamankinden çok daha güncelliğini koruyor! “Her şey proletaryaya, yani her şeyden önce onun devrimci sınıf öderliğine bağlı. İnsanlığın krizi, devrimci önderliğin krizine indirgenmiştir.”
Bugün, devrimci önderliğin yeniden inşa edilmesi can alıcı önemde. Devrimci partiler ve bir Devrimci Komünist Enternasyonal yeniden inşa etmek, yani 4’üncü Enternasyonalin yeniden inşa edilmesi, çağımızın en temel görevi. Bunların ikisi aynı sınıf bilincinin oluşmasıyla gerçekleşecek. Aynı zamanda, sömürülenlerin sömürücülere karşı yaptıkları mücadelenin gelişmesinin belirtisi olacak. Bu sınıf mücadelesi sonuna kadar, yani egemen sınıfın tüm dünyada mülksüzleştirilmesine ve en sonunda insanlığın kendi kaderini tayin edebileceği sınıfsız yeni bir toplumun temelini atana kadar gitmeli. LDC No:196 (03.11.2018)