Sinif Mucadelesi

Komünizm, din ve gericilik

Çarşamba 26 Mayıs 2010

Yeni Antikapitalist Parti (NPA), “ulusal kimlik tartışmalarıyla” kirlenmiş bu ortamda, PACA bölgesi listesinde, geldikleri kültüre, dine ve İslami bağlılığıyla Cezayir kökenli nüfusu hedef alan, “hem feminist, hem laik ve hem de türbanlı” olunabilineceğini kanıtlamak için türbanını gururla taşıyan, bir aday sunmanın iyi olacağını düşündü.

Türban ya da eşarp takma sadece dini bir simge değil. Müslüman olan birçok kadın, türban takmayı reddediyor. Türban ya da eşarp takma kadınların kocalarının malı, sosyal görevlerinin de kocalarına çocuk vermek ve de çocukları yetiştirmek olduğunu savunan maço bir toplumda, kadınlara dayatılan boyun eğmenin simgesi.

Ancak türban veya eşarp takan bütün kadınları acımasızca yargılayıp lanetlemek, aforoz etmek de söz konusu değildir. Ayrıca bu türban ya da eşarp takma biçimi, alışkın oldukları için her zaman başlarını örten kadınların, burka ya da nikap giyenleri canlı hayalete dönüştüren giysileri kabul etmeksizin Müslüman kökenli bütün kadınlara yapılan baskılardan kaçmak için başlarını örten kadınların takma biçimlerinden de farklı bir anlam taşıyor. Feminizm sözcüğünün boş, anlamsız bir sözcük olmadığını düşünen militanlar için, en önemli olan, ülkelerinde ya da yaşadıkları mahallelerde bu aşağılamaya maruz kalmamak için, baskıya karşı erkeklerle birlikte (Kuzey Afrika veya siyah Afrika olsun kadınlarla bu konuda dayanışma içinde olan erkekler de bulunuyor) mücadele eden kadınlarla dayanışmadır.

Birkaç “aydın”, NPA’nın internet sitesinde, türbana hoşgörüsüyü kanıtlamak için Marx ve Engels’ten yaptıkları alıntıları kullandılar.

Politik bir yönetimin kadınların özgürlüğü davasına bağlılığının kanıtı, onun konuşmalarında değil, uygulamalarında ve davranışlarında, örgütünde kadınlara verdiği yerde bulunur. LCR feminist olduğunu durmadan haykırıyordu, onu izleyen NPA’da aynı şeyi yapıyor ama kadınlara yönetiminde ne kadar yer veriyor? Ulusal düzeyde örgütleri adına müdahale etme yeteneği olanlar sadece erkekler değil mi? LCR’in örgüt içi tartışmalarında uzun süre kullanılan, kadınların söz almalarını desteklemeyi ve onlara öncelik vermeyi amaçlayan, kadın ve erkekler için ayrı düzenlenen “çift liste” uygulaması, kadın erkek karışık olmayan ayrı yapılanmaların yaratılması ne anlama geliyor? Yoksa bu, kadınların, bu “feminist” örgütte kendilerini ifade etme zorluklarının kanıtı mı? Aynı anlayışla, LCR’in yaz kamplarında, sadece kadınlara ait gece toplantılarının düzenlenmesi ne anlama geliyor?

Büyük bir işçi partisinin, kendi etrafındaki, kadınlara ve gençlere yönelik “kitle” örgütlerini örgütlemesi özel bir durum. Ancak küçük bir grubun (LCR ve ondan sonra gelen NPA, Lutte Ouvrière gibi, hiçbir zaman küçük bir gruptan başka bir şey olmadı) eşitlik için mücadele adına, kendi öz saflarına ayrımcılığı sokması saçma ve anlamsız.
Hiç kimse içinde yaşadığı toplumun baskısından kaçamaz, ancak komünist bir örgütün görevlerinden biri de militanlarına kadın ya da erkek gibi değil, bir komünist gibi düşünmeyi öğretmek olmalı.
NPA’nın, ramazan dönemine denk düşen, 2009 yılının yaz kampında, yöneticileri, kampa katılan Müslümanlar için güneşin batışından sonra “iftar” yemeği düzenliyorlardı. Dinci önyargılara karşı mücadelede tuhaf bir yöntem.

Marx’ın “din halkın afyonudur” diye yazdığının hatırlatılmasından rahatsız olan NPA yöneticilerinden biri “eksik bir alıntıdan” söz ediyor ve Marx’ın “gerçekte” yazdıklarının, “biraz daha karmaşık olduğu görülür” diye iddia ediyor. Ancak Marx’ın bu meşhur formülasyonu, geliştirdiği düşünceler içinde sadece bir cümleden oluşsa da, geriye kalanlar bu cümlenin aksini söylemiyor, hatta ona yazdığından başka şeyler söyletmek için yapılan bütün kıvırtmalara rağmen, değerini düşürmüyor, anlamını ve etkisini azaltmıyor.

Hayır, bu fikir karmaşık değil. En azından Marks’ın 1843’de söylediği gibi “halkta yanılsama yaratan bir durumu reddetmesi” için mücadele eden militanlar için hiç de karmaşık değil. En azından bu düşünceye, hayranlıkla bakmakla yetinmeyenler için karmaşık değil.

Yukarıda bahsedilen bu aydınlardan biri, “siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler” hocası Gilbert Achcar, aynı ilhamla, “klasik Marksizm, dini, Avrupa toplumsal ilişkileri ve onların kendilerine özgü geleneksel dinleri açısından ele alıp, değerlendiriyordu” diyor. Bu gerçeğe aykırıdır, çünkü Marks, “din halkın afyonudur” dediği makalede, sadece Batılı toplumlardaki değil, genel olarak bütün insanlığın ilişkilerini ve dinlerini göz önünde bulunduruyor. Achcar, “Marx, azınlıkların dinlerine karşı yapılan baskı ve zulmü, her şeyden önce de farklı bir dini kabul eden baskıcı bir devlet tarafından ezilen halkların dinlerine karşı yapılan baskı ve zulmü hesaba katmıyordu” diye sürdürüyor. Bu da ikinci bir gerçeğe aykırılıktır. Emperyalist dönemin, 19. yüzyıl sömürgeciliği, yerlilerin dinlerine karşı mücadele etmedi. Katolik ve Protestan kiliseleri onların ayağını kaydırmaya, yerlilerin dinini yok etmeye çalıştılar. Emperyalist devletler ise aksine, egemenliklerini yerleştirmek için, bu ülkelerdeki feodal ilişkiler, yerel şeflerin denetimindeki din ve mezhepler gibi ne kadar gerici güç varsa hepsine dayandılar, hepsinden destek aldılar.
Achcar ekliyor: “Irkçılığın egemen olduğu koşullarda, sömürge mirasının doğal sonucu olarak, ezilenlerin, eski sömürgelerin dinlerine karşı baskı ve zulüm reddedilmelidir çünkü bu hoş görülemeyecek genel baskı ve zulmün, politik, hukuki, ekonomik ayrımcılık kadar, etnik ve ırkçı bir baskı ve zulüm boyutu vardır.”

Olguları bu biçimde dinselmiş gibi sunmak, Fransa’daki göçmen emekçilere uygun görülen kaderin sosyal yönünü tamamıyla gizliyor, görünmez kılıyor. Bu ise sadece bundan söz edilmesini istemeyen dincileri memnun ediyor. Bu, adil değil.

Bizler devrimci komünistler, bütün dinlerin etkilerine karşı mücadele eden, militan materyalizmin geleneğini savunuyoruz. Baskı ve sömürüden kurtulmuş bir toplumda, dinin var oluş koşullarının ortadan kalkacağını düşünsek de, onun yok oluşunun sosyal devrim için gerekli bir ön koşul olmadığını düşünüyoruz. Aksine yok oluş, az çok uzun vadede sosyal devrimin sonucu olacak. Ayrıca bu konuda, mücadele içindeki işçi sınıfının, tarihte sık görüldüğü gibi gerici güçlerin yanında yer alan dinsel kurumlarla çatışmaması gerektiği anlamına da gelmiyor.
Toplumun sosyal sınıflara ayrılması, burjuvazi ve proletarya arasındaki karşıtlık, toplumun bölünmesinin temel çizgisini oluşturuyor. Dinsiz bir işçi, Hıristiyan ya da Müslüman bir emekçiye, nesli tükenmeye başlayan dinsiz bir burjuvadan daha yakın.

Bu, her yurttaşın kendi seçimi olan dinsel ya da felsefi düşünceleri seçme, kendi takdirine göre iyi bulduğu bir dini kabul etme ve bu dinin gereklerini saygın ve uygun koşullarda uygulama hakkını da içerir.
Ancak türban veya eşarp takmak sadece basit bir dini kimlik işareti değil. Müslüman kadınlara bunu takmaları için yapılan baskı, sadece ailelerinden gelmiyor. Baskı, Müslüman kökenli nüfusun bütününün kontrolünü ellerine geçirmek isteyen gerici dinciler tarafından, çeşitli yollarla yapılıyor.

Gerici dinciliğin özü, kendine özgü kuralları, kendine özgü ahlak anlayışını, toplumun bütününe dayatmayı istemektir. İşte Amerikalı köktenci dinciler ya da Fransa’daki gerici Katolik dinciler, hamileliğin isteğe bağlı olarak sonu erdirilmesini yani kürtajı, sadece hukuki olarak değil, aynı zamanda kürtaj olmak isteyen kadınlara ya da kürtajı yapan doktorlara saldırarak uygulamada da yasaklamak istediklerinde, bu dayatmayı yapıyorlar. Gerici Yahudi dincilerin, Şabat günlerinde, araba kullanımını ve bütün trafiği yasaklanmasını isteyerek yaptıkları da budur. Gerici Müslüman dinciler, bütün kadınları türban, eşarp ya da peçe takmaya zorladıklarında da bu dayatmayı yapıyorlar. Bunlardan her birinin hedefi, bütün toplumu ya da kendi “toplulukların” olabildiğince otoriter bir biçimde yönetmek ve buralarda iktidarı ele geçirip istedikleri gibi uygulamak.

Gerici dincilik, İslami davranış kurallarına saygıyı dayatmak için sadece, basit baskı biçiminde, ya da şiddet biçiminde ortaya çıksa da, Müslüman emekçiler de dahil, bütün işçi sınıfının düşmanıdır. İşçi sınıfından yana olduğunu söyleyen herkesin görevi, sömürgecilik sonrası gelişen “islamofobiye” cevap vermek bahanesiyle, ona karşı toleranslı olduğunu kanıtlamaya çalışmak değil, onunla mücadele etmektir.
NPA’nın politik ataları, kendi dönemlerinde, Cezayir’in FLN adlı gerici örgütün politikasının kuyrukçuluğunu yaptılar. FLN’nin bütün politikası, kitlelerin söyleyecek bir sözlerinin olmadığı bu ülkede, iktidara gelmeyi hedefliyordu. Sonuç olarak da Huari Bumedyen diktatörlüğü kuruldu. Bugün, aynı kuyrukçu politika, NPA’nın Müslüman dincilere karşı tavırlarında da görülüyor. Müslümanlığın ezilen halkların dini olması bahanesiyle, türban veya eşarp takmanın, feminist, laik ve antikapitalist bağlantılara ters düşmediğini, uygun olduğunu belirgin bir biçimde iddia etmeye cesaret etmek, Müslüman emekçilere karşı gerçek bir ihanet ve aynı fırsatçılığı ortaya koyuyor.

Sorun, Müslüman kökenli emekçilerin sorunlarına alçak gönüllülükle eğilmek değildir. Gerçek sorun, her kökenden, her kültürden gelen emekçilerin kendi ortak çıkarları için iktidarlarını uygulayacakları bir toplumu kurmayı hedefleyen yegâne perspektifi açmak amacıyla mücadele etmektir. LO (20.2.2010)


Ana sayfa | İletişim | Site planı | |

Site yaşamını izle tr  Site yaşamını izle Arşiv  Site yaşamını izle Arşiv 2010  Site yaşamını izle Sınıf Mücadelesi Sayı : 143 - 10 Mayıs 2010  Site yaşamını izle Sınıf Mücadelesi’nin Sözü   ?