Sinif Mucadelesi

Kapitalist ekonominin krizi

Pazar 9 Ocak 2011

ABD’nin en büyük ticari bankalarından biri olan Lehman Brothers’ın iflas etmesinin ardından ortaya çıkan banka krizine çare bulmak için emperyalist devletler hiç zaman kaybetmeden bankalara, 3 trilyon avro civarında, para aktardılar.

Farklı paketlerle banka sistemine sürülen devasa miktar, dünyadaki mevcut para miktarını daha da şişirdi. Örneğin sadece Avrupa’daki hükümetlerin müdahaleleri sonucu 1 trilyon 800 milyar avro, yani Avrupa’nın üretiminin yüzde 14’ne eşit miktarda para, devreye sürüldü. Zaten 2000’li yıllardan itibaren her yıl ortaya sürülen para ve kredi miktarı, yüzde 13 ile 15 civarında artıyordu. Bu oran, üretimdeki artıştan tamamen kopuk olarak büyüdü ve hatta 2008’in ikinci yarısında yıllık yüzde 30’lara kadar sıçradı.

Banka sistemini kurtarmak için piyasaya sürülen milyarların diğer bir sonucu da devlet borçlarındaki hızlı artış oldu. Bu durum, istisnasız bütün devletlerde geçerli. Örneğin Fransa’nın kamu borçları, 2010 yılının ilk 6 ayında, 1 trilyon 535 milyar avroya, yani ülke içi üretimin yüzde 80.3 seviyesine fırladı (bu oran, 2008’de yüzde 67 idi). Kamu borcunun üretime oranı, 2009’da Almanya’da yüzde 73.2’ye, ABD’de yüzde 85’e, Belçika’da yüzde 96.7’ye ve İtalya’da yüzde 115’e fırladı.

2008-2009 yıllarında devletlerin hem banka sistemini kurtarmak hem de büyük şirketlere destek vermek için borçlanma yolunu daha çok kullanmasının esas iki nedeni var: Devletler artan para ihtiyaçlarını karşılamak istiyor, finans çevreleri ise ellerindeki miktarları değerlendirmek istiyor.

Devletlerin borçlanması, banka çevreleri için bir kazanç kaynağı. Kamu borçları, banka faaliyetlerinin temel bir yönünü oluşturuyor, çünkü bu yolla gelen önemli miktardaki faiz geliri, ek bir kazanç kaynağı. Öyle ki devletler, faiz borcunu ödemek için bile borçlanıyorlar. Örneğin Fransa’nın 2009 yılında, devletin bankalara ödediği sadece faiz miktarı 43 milyar avroydu.

Finans sektöründe en hızlı büyüyen “kamu borçları” pazarına yaklaşık 20 tane çok büyük ticaret bankası hakim. Bu bankalar, hem kendi namına hem de bazı finans gruplarının hesabına işlem yapıyor. Bu işlemler, temel olarak spekülatif işlemlerdir. Spekülasyon şu şekilde yapılıyor: Borç alan devletlerin durumuna bakılarak borçlarını zamanında ödeyebilme zorluklarına göre tahminler yapılıp faiz oranları ona göre artırılıyor.

Bu yıl, bununla ilgili en çarpıcı örnek Yunanistan’dır. Pazar, yani borç veren büyük ticari bankalar, Yunan devletine zor duruma düştüğü, vadesi gelen borçlarını ödeyecek durumda olmadığı için tefeci faizi uygulayıp durumunu daha da kötüleştirdi. Bu yöntemle Yunan kitlelerini bankaların kârlarına daha çok katkı yapmalarına zorluyorlar. Yunanistan’da bu gibi işlemleri yapanlar Batılı bankalardır ve en başta gelenler, Credit Agricole, BNP-Paribas ve Societe Generale gibi Fransız bankalarıdır.

Avro bölgesindeki farklı ülkeler de aynı para birimine sahip olmalarına rağmen borçları için farklı oranlarda faiz ödemek zorundalar ve bu da avroya bağlı ülkeler arasında gerginlik yaratıyor. “Yunan krizinin” doruk noktasına çıktığı dönem, Yunanistan ancak yüzde 12 gibi tefeci türü bir faiz oranı ödeyerek borç alabiliyordu. Halbuki aynı dönem Alman devleti, yüzde 2.6’lık oranla borçlanabiliyordu.

Nisan ve Mayıs aylarında kamu borçları öyle güçlü bir tehlikeye dönüştü ki avro bölgesini ve hatta bütün Avrupa Birliği’ni tehdit etmeye başladı. Üstelik Maastricht Anlaşması’nı param parça etti.

Bu anlaşma yoluyla tarih boyunca farklı çıkar ekseninde olaylar yaşayan Avrupa ülkeleri, burjuvaların deyimiyle “Avrupa’nın inşası” için bir uzlaşmaya varmışlardı. Farklı ulusal ekonomilerin birlikte hareket etme zorunluluğuyla (aslında bu bütün dünya için geçerli) karşı karşıya bulunan farklı Avrupa burjuvazileri, ulusal çıkarlardan kaynaklanan çelişkileri nedeniyle ortak bir siyaset uyguluyor ve bir Avrupa federasyonu oluşturmaktan aciz kalıp farklı devletlerden oluşan bir Avrupa Birliği mozaiği oluşturmanın ötesine gidemiyor.

Bir ortak para birimi oluşturuldu, ama bu bile 27 üye ülkenin sadece 16’sını kapsıyor. Üstelik ortak para birimini destekleyip savunan ve de tek bir para ve vergi sistemini uygulayabilen bir ortak devlet yoktur.

Maastricht Anlaşması -bir nevi daire sahiplerinin ortak harcama anlaşmasına benziyor- özellikle de en zengin mülk sahiplerinin karabatak olarak ün yapmış mülk sahiplerine düşen masrafları ödememesi temeline dayanıyor. Başta Almanya olmak üzere avro bölgesinin en zengin devletleri, peşinen en yoksul ülkelerin açıklarını ödemeyeceklerini belirtmişti. Ortak para birimini kabul ediyorlar ancak herkes kendi evinde tek başına kalıp ortak sorumluluk ve dayanışma olmamak şartıyla. İşte bu nedenle bir ülkenin üye olabilmesi için o ülkenin borç oranı, ulusal gelirinin yüzde 60’sını geçmemesi ve de bütçe açığının yüzde 3’ün üzerinde olmaması şartı koşuluyor.

Ancak bu sağduyulu önlem, kamu borçlarında yaşanan patlama sonucu havaya uçtu. Artık avro bölgesinde kamu borçları yüzde 60’ın altında olan tek bir ülke bile kalmadı. Hatta dengeli bütçesi olan tek bir ülke de kalmadı. Örneğin bu yıl Fransa’nın bütçe açığı yüzde 8.2’ye ve borçlanma oranı ise kararlaştırılan ülke üretiminin yüzde 60’nın çok üstünde olan yüzde 80.3’e çıkacak.

Yunan devletinin iflas eşiğine gelip peşinden sıra ile diğer devletleri iflasa sürükleme tehlikesi karşısında, Almanya başta olmak üzere en zengin Avrupa ülkelerinin devlet yöneticileri istekli olmasalar da mecburen 2 Mayıs 2010’da panik içinde bir kurtarma planı oluşturdu.

Bu plana göre IMF ile birlikte Yunanistan’ı kurtarmak için 110 milyar avro verilmesini ve ek olarak Avrupa Birliği’nin, ileride Yunanistan’ın ardından Portekiz, İrlanda, İspanya (ve belki de İtalya, neden olmasın?) aynı duruma düşerse onları da kurtarmak için 750 milyar avroluk “istikrar amaçlı bir Avrupa finans fonu” oluşturulmasını kararlaştırdılar.

Yunan devleti iflastan ve borç veren bankalar da paralarının buhar olmasından kurtuldu. Ama dolaşımdaki para miktarı arttı, mali sektörün ağırlığı büyüdü ve de Yunanistan’da işlem yapan bankaların kurtarılması için Yunan kitleleri daha feci bir kemer sıkma siyasetinin bedelini ödeyecek.

Devletlerin borçları öyle bir seviyeye tırmandı ki krizden çıkılsa bile -ki böyle bir şey yakın görülmüyor- bütçelerin dengelenmesi, bunun mümkün olup olmayacağı bile tartışılır, yıllar gerektirebilir.

Bütün devletlerin konumu farklı derecelerde de olsa aynı ve hepsi de boğazlarına onları yavaş yavaş boğan ipi geçirmiş durumda.

Bütün devletler, dünya finans pazarını elinde tutan yirmiye yakın büyük ticaret bankası ve onların çıkarlarını temsil eden güvenilirlik notu veren kurumların gözetiminde.

Eğer bir devlet kemer sıkma siyasetini uygulayamazsa, yani kitlelere kamu hizmetlerine ayrılan harcamaların azaltılmasını dayatamazsa, memur maaş ve sayısını azaltamazsa onun güvenilir notu düşürülür ve o zaman o devlet borçlanmayı çok daha yüksek faiz oranlarıyla yapabilir. Bu uygulamalara sadece ABD belirli bir derecede direnebiliyor.

İşte çark bu şekilde dönüyor. Devletler, borçlanmış bankacıları kurtarmak için borçlanıyorlar. Ama devletlerin borçlanması da büyük bankalara devletleri daha da çok sıkıştırma olanağı yaratıyor. İstisnasız, bütün devletlerin uyguladıkları kemer sıkma siyasetleri işte büyük sermayenin devletlere yaptığı bu dayatmalardan kaynaklanıyor.

Bu kemer sıkma siyasetleri bir ülkeden diğerine, ülke ekonomisinin zenginliğine, hükümetin kitlelere kemer sıkma siyasetini dayatabilme derecesine göre farklılıklar arz etse de sınıfsal içeriği her yerde de aynıdır: Kamu kasalarındaki paraların gittikçe daha büyük bir kısmını hakim sınıfa aktarmak.

Önümüzdeki döneme damgasını vuracak olan burjuvazinin işçi sınıfına ve genel olarak bütün kitlelere karşı yaptığı saldırıların artması olacak. Bunların sınırlarını güçler dengesi belirleyecek. Burjuvazinin saldırıları özel bir politik fikirden, ne de geçici olarak iktidarda bulunan siyasi takımdan kaynaklanmıyor. Bunlar temel sınıf çıkarları yüzündendir.

Siyasetçilere biçilen rol burjuvazi için gerekli olan siyaseti uygulamak ve bu yapılanların doğru olduğunu anlatmaktır. Avrupa’da bütün hükümetler farklı siyasi etiketlerine rağmen hepsi farklı seviyelerde feci ve sert kemer sıkma siyasetleri uyguluyorlar.
Burjuvazi bu kriz ortamında istediklerini kendi açısından dayatmak için her türlü olanağa sahip. Aynı zamanda, şirketlerin ve bankaların gücüne güç kattığını ve bunu da emekçiler sınıfının aleyhine uygulayıp emekçiler için bu düzende başka türlü olamayacağını iyice ortaya koyuyor.

Emekçiler için tek çıkış yol sömürülenlerin can alıcı sorunlarına çözüm getirebilecek bir program, yani burjuvazinin toplumdaki egemenliğine son vermektir. LO (Aralık 2010)


Ana sayfa | İletişim | Site planı | |

Site yaşamını izle tr  Site yaşamını izle Arşiv  Site yaşamını izle Arşiv 2011  Site yaşamını izle Sınıf Mücadelesi Sayı : 151 - 7 Ocak 2011  Site yaşamını izle Sınıf Mücadelesi’nin Sözü   ?