Sinif Mucadelesi

AKP- Tarikat çatışması, siyasi kriz ve işçi sınıfının çıkarları

Çarşamba 8 Ocak 2014

16 aralıkta, medyanın yoğun bir şekilde aktardığı Gülen tarikatına bağlı milletvekili, eski futbolcu Hakan Şükür’ün AKP’den istifa edip hükümeti eleştirmesinin hemen ertesi gün, 17 aralık operasyonları gündeme adeta balyoz gibi damgasını vurup Erdoğan ile Fethullah Gülen çevreleri arasında, aylardan beri süren iç savaşı iyice gün yüzüne çıkardı.

İki haftadan beri Türkiye’nin temel gündemi 17 aralık günü üç bakan oğlunun, Halk Bankası genel müdürünün, iş adamı Ali Ağaoğlu’nun, Azeri kökenli İranlı iş adamı Sarraf’ın da aralarında bulunan 16 kişinin gözaltına alınıp bazılarının tutuklanması ile gelişen çekişmedir. AKP hükümetine büyük bir leke vuran yolsuzluk ve rüşvetlerin açıkça herkesin önüne serilmesiyle Erdoğan hükümetinin gerçek yüzü açıkça ortaya çıkıyor. (Özellikle Halk Bankası Müdürünün evindeki ayakkabı kutusunda bulunan 2.5 milyonluk avro).

2001 krizi ve AKP’nin iktidar oluşu

2001’de Uluslar arası büyük sermayenin Türkiye’den 10 milyardan fazla doları aniden çekmesi sonucu oluşan mali kriz, Ecevit’in koalisyon hükümetini çökertti ve hızlı bir şekilde büyük sermaye çevrelerinin, oluşumuna perde arkasından katkıda bulunduğu, neredeyse ikinci bir ANAP’ı andıran AKP kuruldu. AKP’ye damgasını vuran Erdoğan da, tıpkı Özal gibi Erbakan’nın Saadet Partisi kökenlidir.

AKP’nin temel güçlerini oluşturan siyasi çevreler, Erdoğan’ın temsil ettiği Milli Görüş, Gülen’in temsil ettiği tarikat ve eski klasik siyasi sağ parti çevreleriydi. Tabi ki küçük bir seviyede olsa da bazı sosyal demokrat çevreler de iktidar nimetlerinden yararlanmak amacıyla katılmıştı.

Türkiye’deki büyük sermaye ve de dünya büyük sermayesi, tüm dünyayı sarsan ekonomik kriz ortamında, Türkiye’de istikrarlı bir hükümet istiyordu. Türkiye’nin bir Afganistan, bir Pakistan gibi olmasını kesinlikle istemiyordu ve istemiyor da.

Çünkü Türkiye, coğrafi konumu nedeniyle hem askeri hem siyasi ve hem de özellikle ekonomik yönden dünyaya hakim büyük sermaye için kendi haline, yani sadece Türk burjuvazisinin ellerine terk edilemeyecek kadar çok önemli. Örneğin Avrupa sanayisinin çarkını döndüren petrol ve gazın yüzde 70 civarındaki bölümü bu bölgeden gidiyor ve önemli bir bölümü de direk Türkiye üzerinde geçiyor. Türkiye’de oluşabilecek bir kaos sonucu bu enerjinin artık Avrupa’ya gidemeyeceğini bir düşünün!

İşte yukarıda açıklanan nedenle sermaye çevreleri ve hizmetindeki medyada, enine boyuna artık Türkiye’nin koalisyon hükümetlerine, yolsuzluk bataklıklarına batmış ve rüşvetin kol gezdiği hükümetlere değil, doğru dürüst iş yapan tek bir partiye dayanan bir iktidara acilen ihtiyacı olduğu çok yoğun bir şekilde anlatıldı. Ardından, böyle bir partinin AK Parti, yani kirli olmayan Müslüman olan liderleri dolayısıyla “doğru, dürüst olan”, “hak yemeyen, özellikle yetim hakkı yemeyen”, amaçlarının ceplerini doldurmak olmayan “halka, millete hizmet vermek aşkıyla tutuşan” bir parti olduğu masalları anlatıldı.

Şu bir gerçek ki AKP’nin 11 yıllık iktidar döneminde, dünyada hüküm süren ekonomik krize rağmen Türkiye ekonomisi büyümeye devam etti ve hem yerli hem yabancı sermaye çevreleri çok büyük paralar kazandı, çok büyük vurgunlar yaptı. Bu ekonomik büyüme her ne kadar da aynı oranda emekçilere ve yoksullara yansımamış olsa da, kitleler en azından komşu Yunanistan veya İspanya, Portekiz gibi ülkelerde yaşananlarla kıyasla daha fazla hak kaybına uğramadı.

7 Şubat 2012 MİT Müsteşarı’nın savcı tarafından ifade vermeye çağrılmasıyla başlayan kriz

AKP hükümetin üyeleri, özellikle de Milli Görüş ve Gülen tarikatı, onlara verilen görev ekseninde büyük sermaye için canla başla çalışıp sadece büyük ekonomik kazançlar ve vurgunların gerçekleştirmeye katkıda bulunmakla sınırlı kalmadılar. Aynı zamanda, hem yerli hem de ABD ve Avrupa Birliği büyük sermayesinin kambur olarak gördükleri ordu ve devlet kurumlarındaki Kemalist güçlerin temizlenmesi görevini de başarıyla gerçekleştirdiler.

2008-2011 yıllarında, özellikle tarikatın büyük katkısıyla, polis operasyonlarıyla, toplu davalar ve çeşitli anayasal düzenlemelerle “askeri vesayet” diye adlandırılan Kemalist güçler üç yüze yakın general ve yüksek rütbeli asker ve bazı önde gelen sivil Kemalistin tutuklanarak ceza evine atılmasıyla, Kemalist akımın belini kırdılar.

Ancak son yıllarda Erdoğan çevresi ile tarikat çevresi arasında, pastayı paylaşma konusunda ayrılıklar ortaya çıkmaya başladı. İkisinin de ortak düşmanı olan Kemalist tehlikenin devre dışı bırakıldığı bir ortamda, artık onlar da hiç çekinmeden ve korkmadan çıkar kavgasına girişebilirlerdi!

Tabii ki bizler Erdoğan tayfası ile Gülen tayfası arasında, perde arkasında yapılan paylaşım kavgalarını bilmiyoruz. Ancak su yüzüne çıkanlardan görebildiğimiz kadar bu kavga ortaya 7 Şubat 2012’de Erdoğan’ın en güvendiği adamlarından biri olan MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın özel yetkili bir savcı tarafından İstanbul’a ifade vermeye çağrılmasıyla başladı.

Erdoğan hemen karşı saldırıya geçip hem savcıyı görevden aldı ve esas hedefin kendisi olduğunu duyurarak polis güçleri ile savcılar arasında Gülen tarikatına yakınlığı ile bilinen bazı kişilere karşı önlemler alındı ve bu amaçla da belirli yasa değişiklikleri yapıldı.

17 aralık krizi ve sonrası

Şimdi geriye bakıp o tarihten sonra bu iki çıkar çevresi arasındaki savaşın bir ateşkes ile bitmediğini ve hatta daha da büyüyerek Erdoğan’ın karşı saldırıya geçerek, tarikat üyelerinin kazanç kapısı olan dershanelerini kapatma girişiminde bulunmasıyla savaşın “meydan savaşına” dönüştüğünü görüyoruz.

Bakan çocuklarının gözaltına alınıp tutuklanıp ceza evine atılması, yolsuzlukların herkesin önüne serilmesi ve ardından bazı önemli bakanların istifa etmek zorunda kalıp yeni bakanlarla yeni bir hükümetin oluşturulması, polis teşkilatındaki, savcı ve yargıç kurumlarındaki görevden alınmalar gibi saldırılar devam ediyor.

Erdoğan çevresini direk hedef alan, çünkü onun oğlunun da tutuklanması söz konusuydu, ikinci bir tutuklama operasyonu son anda önlenmiş olsa da, kriz daha da büyüdü ve şu anda devam ediyor.

Erdoğan, başa gelmesinde büyük katkısı olan ABD’yi artık dinlemediği gibi çevresindeki bazı iş adamlarının ve siyasetçilerin de katkısıyla kendisini dev aynasında görmeye başladı: “Yeni Osmancılık hayalleriyle” herhalde kendini süper gücün temsilcisi olarak “padişah” sanıp hem kendinden olmayan herkese zalim gibi davranmaya ve hem de ABD emperyalizmine kafa tutmaya başladı.

Örneğin ABD’nin İran’a karşı uyguladığı ekonomik ambargoyu delmeye çalıştı; Suriye’de ABD’nin karşı çıkmasına rağmen el Kaide çevrelerini silah yardımı dahil her yönüyle destekledi; Irak’ta petrol çıkarları elde etmek için kimseyi takmayan bir siyaset izliyor.

ABD’nin buna tepkisi sadece Obama’nın beyzbol sopası göstermesiyle sınırlı kalmadı. Önceleri el altından sonra da açıkça hem Gülen tarikatını destekledi hem de yolsuzlukların ve rüşvet olaylarının ortaya açıkça çıkarılmasıyla yıpratılan AKP’nin yerini almak amacıyla CHP’yi desteklemeye başladı.

ABD büyükelçisi Kılıçdaroğlu ile görüştü ve ardından Sarıgül yeniden CHP’ye alınıp İstanbul büyükşehir belediye adayı yapıldı. Ek olarak da Kılıçdaroğlu resmen ABD ziyaretinde bulundu.

Bundan sonra süreç daha da hızlanabilinir. Hatta Mart seçimlerinden önce bile Erdoğan’a yol görünebilinir! Yaşayıp göreceğiz. Ama biz emekçiler olarak kokuşmuş AKP ve zalim Erdoğan gitsin ve yerine “halktan yana, dürüst” CHP gelsin tuzağına düşmemeliyiz.

Emekçiler olarak “kurtarıcı bekleme” tuzağına düşmeden kendi sorunlarımıza sahip çıkarak, krizin bedelini sorumlusu olan patronlara ve hükümetlerine ödetmeliyiz. Yoksa yakında, kıdem tazminatı dahil bir sürü haklarımız elden gider! (02.01.2013)


Ana sayfa | İletişim | Site planı | |

Site yaşamını izle tr  Site yaşamını izle Arşiv  Site yaşamını izle Arşiv 2014  Site yaşamını izle Sınıf Mücadelesi Sayı : 187 - 3 Ocak 2014  Site yaşamını izle Sınıf Mücadelesi’nin Sözü   ?